Atila Sarp 1946 Adıyaman, Gölbaşı, Haydarlı Köyü doğumlu. 1952 Kavaklı İlkokulu, ardından Ankara Atatürk Lisesi ve sonrasında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ni bitirerek öğrenimini bitirir. Ziraat Yüksek mühendisidir. 1960’lar sonu – 1970 başlarında öğrenci hareketleri içinde yer almış; 1969’da kurulan Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (DEV-GENÇ) adlı gençlik / öğrenci örgütünün kurucularından, kısa süreli de olsa (1969–1970) Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İç Dinamiğin Sancıları, Tam Demokrat Mavralar, Hak Hukuk Adalet, Yaşadığım Ordu, Hızlı Okuma Yöntemleri, Rüyalarım / Darbelerin Travmaları, Beşinci Anayasa, Devgencin Şifreleri isimli kitaplara imza etmiştir. Biz bugün anayasa tartışmalarının gündemde olduğu bir süreçte “Beşinci Anayasa” isimli kitabını yazacağız.
Bir ülkenin anayasal serüveni, aslında onun kendi kendine tuttuğu bir aynadır. Ayna kırıldıkça yüz tamamlanmaz; yüz değiştikçe ayna eskiyiverir. Türkiye’nin anayasaları da böyledir: Her biri, elimizdeki çatlak bir cam parçası; her biri, yüzümüzün başka bir çağdaki yansıması.
Türkiye’de anayasa meselesi hiçbir zaman yalnızca hukukçuların gündemi olmadı. Bu topraklarda bir anayasa, her zaman devletin sadece nasıl yönetileceğini değil, toplumun neye dönüşeceğini de belirledi. Atila Sarp’ın Beşinci Anayasa adlı kitabı tam da bu nedenle önemli: Çünkü Türkiye’nin siyasal ve toplumsal kırılmalarının, bir metnin satır aralarından nasıl okunabileceğini gösteriyor.
Bugün yeni bir anayasa tartışmasının yeniden alevlendiği bir dönemde, geçmişe bakmadan geleceğe dair söz söylemek neredeyse imkânsız. Sarp’ın kitabı, 1876’dan bugüne uzanan anayasa tarihinin yalnızca bir kronolojisi değil; aynı zamanda Türkiye’nin modernleşme sancılarının, iktidar mücadelelerinin ve toplumsal taleplerinin röntgeni niteliğinde.
1876 Kanun-i Esasi’si, bir imparatorluğun siyasal çözülme sürecine ne kadar dayanabileceğini anlatır bize. Çöküşün gölgesinden yükselen titrek bir sesi yansıtır.
1921 Anayasası, yokluktan doğan bir devletin ne kadar özgürlükçü olabileceğinin göstergesidir. Savaşın tozu toprağıyla yazılmış bir özgürlük türküsüdür.
1924 Anayasası ise yeni kurulan Cumhuriyet’in ne kadar merkezîleşmek zorunda kaldığını anlatır. Genç bir Cumhuriyet’in kendine çekidüzen verme çabasıdır.
1961, bir travmanın ardından gelen idealist bir demokratik arayıştır. Toplumun ilk kez derin bir nefes alışıdır.
1982 ise başka bir travmanın, başka bir merkezileşme çabasının hukuki zırhıdır. Darbenin soğuk metalinden dökülmüş, keskin ama ruhsuz bir metindir.
Bu metinleri yalnızca sayfa sayısıyla ya da “yürürlükte kaldığı süreyle” değerlendirmek tarihî yanılgıdır. Çünkü her birinin altında, toplumun iktidarla kurduğu ilişkinin başka bir biçimi yatar. Her biri, bir toplumun hâlini, yaşını, korkusunu ve umudunu anlatır.
Sarp’ın çalışması, bu ilişkiyi gözler önüne seriyor. Bir devletin anayasal kaderi, aslında halkın kendi kaderini nasıl yazdığı — ya da yazamadığı — hikâyesidir.
Felsefe bize şunu söyler: Bir toplumun yarattığı kurallar, o toplumun kim olduğuna dair bilinçaltını yansıtır.
Hobbes için anayasa, kaostan çıkışı sağlayan bir “üst iktidar”ın zırhıyken; Rousseau için toplumu özgürleştiren bir “gazla sözleşmesi”dir. Arendt’e göre ise, bir anayasa bir ulusun “ortak sahnesi”dir; yurttaşları politikanın öznesi yapar.
Türkiye’nin anayasal tarihi, bu üç yaklaşımın da izlerini taşır:
1876 Kanun-i Esasi, Osmanlı’nın çözülme korkusunun doğurduğu Hobbesçu bir güvenlik metniydi.
1921 Anayasası, ulusal bağımsızlığın ortasında doğduğu için, tam bir Rousseau’cu toplumsal sözleşme karakteri taşır.
1961 Anayasası, Arendt’in özgürlükçü siyaseti gibi toplumu özneleştirme çabasının bir ürünüdür.
1982 Anayasası, yeniden Hobbesçu bir güvenlik refleksinin kurumsallaşmış hâlidir.
Sarp’ın çalışması bize şunu düşündürüyor: Türkiye, anayasal tarihinde hep “özgürlük”le “güvenlik”, “birey”le “devlet” arasında gidip gelen bir salınımda yaşamıştır. Bu salınım, bugün beşinci bir anayasa tartışmasının felsefi temelidir.
Sosyoloji açısından bakıldığında, anayasa değişikliği talepleri çoğu zaman demografik dönüşüm, şehirleşme, eğitim düzeyi, siyasal katılım gibi faktörlerle şekillenir.
Türkiye’nin son 40 yıllık sosyolojik değişimi bunu net gösteriyor: 1980’lerde nüfusun yarısından fazlası kırsalda yaşarken, bugün toplumun yaklaşık %93’ü kentlerde yaşıyor. Üniversite mezunu oranı 1980’lerde %5’lerdeyken, bugün nüfusun dörtte birine yaklaşmış durumda. Kadınların eğitim ve işgücüne katılımı eskisine göre belirgin biçimde arttı. Genç nüfusun siyasal beklentileri 1982 Anayasası’nın tasarlandığı döneme göre temelden farklı.
Böylesine değişen bir toplumun, 1980 darbesinin arkaik siyasal korkularıyla yazılmış bir anayasaya sığmaması sosyolojik olarak şaşırtıcı değil. Durkheim’ın dediği gibi: Kurumlar, toplum değiştiği hâlde değişmiyorsa, gerilim kaçınılmazdır. Bugün yaşadığımız anayasal tartışmalar, tam da bu gerilimin dışavurumu olarak görünmekte
Türkiye’nin anayasa tarihine dair birkaç temel veri, toplumsal-siyasal dönüşümün hızını gösteriyor:
1. Anayasal ömür ortalaması kısadır. 1921 Anayasası 3 yıl, 1924 Anayasası 37 yıl, 1961 Anayasası 21 yıl yürürlükte kaldı. Bu, Türkiye’de toplumsal ve siyasal dönüşümlerin sert olduğunu gösterir.
2. 1982 Anayasası 40 yılı aşkın sürede 20’den fazla kez değiştirildi. Bu kadar çok değişiklik, anayasanın yeni toplumsal-siyasal ihtiyaçları karşılamadığının yapısal bir göstergesidir.
3. Katılım eksikliği kronik bir sorundur. Türkiye’de hiçbir anayasa toplumun geniş kesimlerinin katılımıyla yapılmadı. 1921 hariç, tüm anayasa süreçleri bir kırılma anının (cunta, savaş, devrim, darbe) gölgesinde gerçekleşti.
4. Genç nüfusun siyasete katılma talebi artıyor. Bugün 30 yaş altı nüfus, yürürlükteki anayasa kabul edildiğinde henüz doğmamıştı. Bu demografik gerçek bile yeni bir anayasa ihtiyacının sosyolojik temelini oluşturuyor. Bu veriler, Sarp’ın kitabındaki tarihsel analizle birleşince şu soruyu kaçınılmaz.
Sarp’ın analizleri, beşinci bir anayasanın neden bu kadar konuşulduğunu açıkça gösteriyor: Çünkü dört anayasanın ortak bir eksiği var; hiçbirinin gerçek anlamda “toplum tarafından yapılmamış” olması.
Bugün Türkiye yeni bir anayasa tartışıyorsa, mesele sadece maddelerin nasıl yazılacağı değil; toplumun nasıl bir gelecek tahayyül ettiğiyle ilgilidir. Kitapta anlatılan tarih, bize şunu hatırlatıyor: Anayasalar, kâğıda dökülmüş hukuk metinlerinden önce, bir toplumun kendisiyle yaptığı anlaşmalardır.
O yüzden de bir anayasanın ömrünü sayfa sayısı ya da maddeler değil, halkın ona duyduğu aidiyet belirler. 1921 Anayasası hâlâ özgürlükçü ruhuyla anılıyorsa, bu onun kısa metin oluşundan değil; toplumsal meşruiyetinden kaynaklanır. 1982 Anayasası ise bu meşruiyete hiç sahip olamadığı için her değişikliğe rağmen “eski” kalır.
Atila Sarp’ın çalışması, bir metin eleştirisinden çok daha geniş bir yere temas ediyor: Türkiye’de anayasa düşüncesinin neden hep “iktidarı korumaya” odaklandığını ve neden bir türlü “toplumu özgürleştiren” bir çerçeveye dönüşemediğini sorguluyor.
Sarp’a göre, beşinci bir anayasa ancak üç şarta yaslanırsa toplumsal karşılık bulabilir:
Katılım: Halkın sadece oy veren değil, anayasa yapan bir özneye dönüşmesi.
Özgürlük: Bireyin devlete karşı korunması, devletin bireye karşı değil.
Meşruiyet: Metnin yalnızca hukuken değil; toplumsal olarak kabul görmesi.
Bunlar olmadan yapılan her anayasa, tarihsel bir “ara rejim” belgesi olarak kalma riski taşır, kanaatinde ki doğrudur.
Beşinci Anayasa, akademik bir hukuk kitabı olmaktan çok, siyasal hafızayı diri tutan bir hatırlatma işlevi görüyor. Türkiye’de anayasa metinlerini tartışırken, onları ortaya çıkaran toplumsal bağlamı unutmamamız gerektiğini söylüyor.
Bu yönüyle kitap, yeni bir anayasa arayışının neden sıradan bir reform meselesi değil, köklü bir zihniyet dönüşümü meselesi olduğunun altını çiziyor.
Bugünlerde “yeni bir anayasa” lafı siyasetin en sık kullanılan ifadelerinden biri. Fakat asıl soru şu: Bu ülke, kendi geleceğini kendi eliyle yazmaya gerçekten hazır mı?
Atila Sarp’ın kitabı, cevabın ancak geçmişe bakarak verilebileceğini gösteriyor. Eğer beşinci bir anayasa olacaksa, onun başarısı metnin yeniliğinden değil, toplumun ona sahip çıkma iradesinden doğacak. Bu nedenle Beşinci Anayasa, yalnızca geçmişi anlattığı için değil, bize geleceği nasıl düşünmemiz gerektiğini hatırlattığı için de önemli.
Eğer Türkiye gerçekten kendisini yeniden yazmak istiyorsa, bu defa anayasayı değil; anayasa yapma kültürünü değiştirmek zorunda ki bu kitap tüm detaylarıyla bu konuya eğiliyor. Okunması gerekli bir kitap olarak da duruyor önümüzde.


