Kadriye Şahin, Türkiye’nin, 1984’te Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla adını duyuran PKK terör örgütüyle neredeyse kırk yılı aşkın süredir mücadele ettiğini belirtti ve “Bu mücadele, sadece bir güvenlik sorunu değil; devletin üniteryapısına, toplumsal bütünlüğüne ve ulusal egemenliğine yönelmiş bir tehdittir. Ancak son yıllarda terörle mücadele, silahlı alandan daha tehlikeli bir boyuta taşınmış durumda: ideolojik ve siyasal meşrulaştırma alanına. Bu sürecin Türkiye’deki en çarpıcı sembollerinden biri kuşkusuz Selahattin Demirtaş’tır.
Demirtaş’ın siyasi kariyeri, 2007’de Demokratik Toplum Partisi (DTP) çatısı altında başlamış; 2009’da DTP’nin 'terör örgütüyle bağlantı' gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının ardından Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ve sonrasında Halkların Demokratik Partisi (HDP) çizgisiyle devam etmiştir. Bu parti yapılarının neredeyse tamamı, PKK’nın ideolojik zeminiyle doğrudan paralellik göstermiştir. Özellikle 2014 Kobani olaylarında Demirtaş’ın yaptığı çağrılar, sokakları yangın yerine çevirmiş; 50’den fazla vatandaşın hayatını kaybettiği olaylar zinciri, terörün şehirdeki siyasal uzantısının açık bir göstergesi olmuştur.
Bu süreç, demokratik hakların değil, örgüt talimatlarının siyasete taşınmasıydı. Siyaset bilimi literatüründe buna 'militarize edilmiş siyaset' denir. Yani şiddetin, siyasi söylemin bir aracı haline gelmesi. Demirtaş’ın konuşmaları, meydanlarda kurduğu dil ve örgütün söylemleri arasındaki benzerlik, Türkiye’deki demokratik düzenin altını oymaya yönelmişti. Terör örgütü silahla vururken, onun politik uzantısı kelimelerle devleti hedef aldı” dedi.
Güvenlik uzmanı Şahin, AİHM kararlarına dikkat çekerek şöyle konuştu:
“Bugün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 2020 yılında verdiği “Demirtaş’ın tutukluluğu hak ihlalidir” kararı, genellikle iç dinamikler dikkate alınmadan yorumlanıyor. Oysa AİHM’in kararları, terörle mücadele eden devletlerin güvenlik hassasiyetleriyle çoğu zaman çelişmiştir. Nitekim 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra ABD’nin çıkardığı “PatriotAct” yasaları, güvenlik gerekçesiyle temel özgürlükleri kısıtlarken Avrupa’dan ciddi bir eleştiri almamıştır. Türkiye, aynı refleksi gösterdiğinde ise “otoriterleşme” etiketi yapıştırılmaktadır. Bu, uluslararası sistemin çifte standardının tipik bir örneğidir.
2015’te çözüm sürecinin çökmesiyle birlikte PKK şehir yapılanmalarına (YDG-H) ve hendek siyasetine yöneldi. Devletin bütünlüğüne meydan okuyan bu girişim, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık sınavıydı. O dönem HDP’ninsöylemleri, terörün sivil kanadı gibi işlev gördü. Devlet 2016 sonrası dönemde, “milli güvenlik eksenli terörle mücadele konsepti”ni devreye soktu; istihbarat ve operasyonel kapasite MİT, Jandarma ve Emniyet birimleri arasında koordineli hale getirildi. Bu dönemden itibaren PKK’nın şehir yapılanmaları büyük ölçüde dağıtıldı. Ancak bu başarı, içeride “siyasi mağduriyet” söylemleriyle gölgelenmeye çalışıldı.
Demirtaş dosyasının uluslararası kamuoyunda “düşünce özgürlüğü” çerçevesinde sunulması, aslında algı savaşlarının bir parçasıdır. Çünkü küresel ölçekte terörle mücadele eden devletler, uzun süredir “soft power” araçlarıyla, yani medya, hukuk ve sivil toplum örgütleri üzerinden yıpratılmaktadır. Türkiye de bu stratejik savaşın tam ortasındadır. Batı kamuoyunda “Demirtaş serbest bırakılsın” çağrıları, hukuki değil, politik taleplerdir. Aynı çevreler, 2015 Suruç ve 2016 Ankara Gar katliamlarında hayatını kaybeden yüzlerce masum insan için tek bir kelime etmemiştir.
Siyaset bilimi açısından bakıldığında, devletin en temel işlevi “güvenliği sağlamak”tır. Thomas Hobbes’un 1651’de yazdığı Leviathan’da belirttiği gibi, güvenlik olmadan özgürlük de var olamaz. Türkiye’nin bugün uyguladığı güvenlik politikaları, tam da bu tarihsel önermenin güncel karşılığıdır. Devlet, terör örgütleriyle bağ kuran her yapıya karşı hukuki refleks göstermek zorundadır; aksi halde meşruiyetini yitirir. Çünkü devletsiz özgürlük, kaostur.
Bu bağlamda Selahattin Demirtaş olayı, sadece bir yargı süreci değil; Türkiye’nin egemenlik sınırlarının test edildiği bir dosyadır. Atatürk’ün “Bağımsızlık benim karakterimdir” sözü, bugün tam da bu meselede yeniden hatırlanmalıdır. Cumhuriyet’in kurucu felsefesi, milli birlik ve üniter yapı üzerine kurulmuştur. Bu yapı, hiçbir siyasi hesap uğruna tartışılamaz. Demirtaş ve benzeri figürler, aslında Cumhuriyet’in bu kırmızı çizgilerini zorlama girişimlerinin modern versiyonudur.
Türkiye’nin istihbarat kurumları, özellikle 2014’ten itibaren dönüşüm geçirmiş; dış operasyon kabiliyetleri genişlemiştir. MİT’in Irak ve Suriye’de yürüttüğü hedef odaklı operasyonlar, terör örgütü lider kadrosunu zayıflatmış, ancak bu kez farklı bir cephe açılmıştır: “algı operasyonları”. Demirtaş meselesi, terörle mücadelenin medya ve hukuk alanına taşınmış halidir. Devletin sahada kazandığı zafer, uluslararası arenada itibarsızlaştırılmak istenmektedir. Bu strateji, klasik bir “beşinci kol” taktiğidir.
Cumhuriyet’in 102. yılında Türkiye, emperyalizmin yeni biçimleriyle karşı karşıyadır. Artık tanklarla değil, insan hakları raporlarıyla saldırıya uğruyoruz. Ancak unutmamak gerekir ki; Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1919’da Samsun’dan başlayan bağımsızlık yürüyüşünün mirasçısıdır. O gün işgal ordularına boyun eğmeyen bu millet, bugün de dış dayatmalara teslim olmayacaktır.
Selahattin Demirtaş davası, Türkiye’nin adalet sisteminin değil; kararlılığının bir göstergesidir. Devlet, kendi hukukuna göre karar verir. Terör örgütüyle ideolojik bağ kuran hiçbir yapı, “demokratik hak” kisvesi altında korunamaz. Çünkü demokrasi, devleti yıkmaya çalışanların sığınağı olamaz.
Bu ülkenin gençleri, askerleri, öğretmenleri terör örgütlerinin saldırılarıyla şehit olurken; onların acısını hiçe sayan bir “mağduriyet edebiyatı” kabul edilemez. Türk milleti, adalet ister ama affetmez. Cumhuriyet’in onuru, devletin varlığıyla eş anlamlıdır. Ve bu onur, ne Brüksel’in masasında ne Strasbourg’un kararında; sadece Ankara’nın vicdanında tecelli eder.”














