Mahmut Arıkan: "Gebze'de, Fatsa’da, Dilovası’nda, Diyarbakır’da yaşananlar kaza değil, cinayet"
Saadet Partisi Genel Başkanı Mahmut Arıkan, “Gebze'de, Fatsa’da, Dilovası’nda, Diyarbakır’da yaşananlar kaza değil cinayet. Sebebi insanı öncelemeyen vahşi sistem. Bu ülkede insanların hayatı bu kadar ucuz mu? Sistematik hale gelmiş bu cinayetlerde kabahat sadece alt kademelerde çalışan memurların üzerine mi kalacak? Bunca ölümün ardından üst makamlarda oturanlardan hangileri istifa etti? Peş peşe yaşanan bu facialar kayırmacılığın, sistematik keyfiliğin zirve yapmış liyakatsizliğin neticesidir” dedi.
Saadet Partisi Genel Başkanı Mahmut Arıkan, Yeni Yol Grup toplantısındaki konuşmasına TSK’ya ait askeri kargo uçağının düşmesi sonucunda 20 askerin şehit olmasına duyduğu üzüntüyü dile getirerek başladı. Kazanın ardından atılan iddiaların aydınlatılması gerektiğini dile getiren Arıkan, askerlerin eski ve bakımsız uçakla yolculuk yapmasının izaha muhtaç bir durum olduğunu söyledi. Arıkan, son zamanlarda yetersiz ekipmanlarla şehit vermenin Türkiye’nin ve milletin hak etmediğini, bu kazanın da son olmasını umduğunu aktardı.
"İLK GÜNDEM DEPREM"
12 Kasım’ın Afete Hazırlık Günü olduğunu hatırlatan Arıkan, deprem öncesi ve sonrasında alınan önlemlerinin son derece önemli olduğunu vurguladı. Herkesin bireysel görevi olduğunu ancak asıl görevin iktidara ait olduğuna dikkati çeken Arıkan, şehirlerin plansız olması, afet eğitimi yaygınlaştırılmıyorsa sonucun değişmediğini ifade etti. Depreme ülkenin hazır olmadığını söyleyen Arıkan, son haftalarda Balıkesir Sındırgı’daki sarsıntıların her seferinde insanların yüreğini ağzına getirdiğini belirtti. “Sesimi duyan var mı?” sözlerinin bir kez daha can yakmaması için ülkedeki yapı stokunun bir an önce depreme hazırlıklı hale getirilmesi gerektiğini aktaran Arıkan, yapılar hazırlıklı hale gelmeden ülkenin her zeman ilk gündeminin “deprem” olacağına vurgu yaptı.
İktidarın beceriksizliklerinin her geçen gün insanların canını yakmaya devam ettiğine dikkati çeken Arıkan, bir ülkenin nasıl yönetilemeyeceğine ilişkin Gebze, Fatsa, Dilovası ve Diyarbakır'ı örnek verdi. Buralarda ailelere sabır dileyen Arıkan, 15 gün önce Gebze’de bir ailenin yok olduğunu ancak sorumlunun bakanlık mı belediye mi olduğu tartışmalarının daha çok gündeme geldiğini söyledi. 6 gün önce Fatsa’daki bir taş ocağında göçük meydana gelmesiyle 25 yaşındaki Burak Kilci’nin hayatını kaybettiğine değinen Arıkan, Kilci’nin 3 ay önce evlendiğini ve baba olmaya hazırlandığını hatırlattı. Gebze’ye ve Fatsa’ya üzülürken 4 gün önce de Dilovası’nda bir parfüm fabrikasında yangın çıktığına değinen Arıkan, binaya ait gösterdiği fotoğraflarla iktidarın kamu binası yanındaki sömürüden habersiz olduğuna dikkati çekti. Geçen sene konuya ilişkin olarak bir vatandaşın CİMER’e başvuru yaptığını belirten Arıkan, CİMER’in "sigortasız çalıştırılan işçilerin isim, soyisim, TC kimlik numaralarını bize atın, işem yapalım" yanıtını eleştiren Arıkan, "Bu nasıl bir zihniyet? Denetim mekanizmasını devletin kurumları mı yapacak yoksa bu dilekçeyi veren vatandaş mı" diye sordu.
İş yerinde yapılmayan denetimler sonucunda 15 yaşındaki Nisanur Taşdemir ve Cansu Esatoğlu’nun, 17 yaşındaki Tuğba Taşdemir, 31 yaşındaki Esma Dikan ve 52 yaşındaki Hanım Gülek’in vefat ettiğini aktaran Arıkan, vefat edenlerin 3’ünün çocuk olduğuna vurgu yaptı.
"KAZA DEĞİL CİNAYET"
Arıkan, şöyle devam etti:
"Dün de Diyarbakır’da köprü yapımında meydana gelen çökmede 3 kardeşimiz daha yhayatını kaybetti. Gebzede, Fatsa’da, Dilovası’nda, Diyarbakır’da yaşananlar kaza değil cinayet. Sebebi insanı öncelemeyen vahşi sistem. Bu ülkede insanların hayatı bu kadar ucuz mu? Sistematik hale gelmiş bu cinayetlerde kabahat sadece alt kademelerde çalışan memurların üzerine mi kalacak? Bunca ölümün ardından üst makamlarda oturanlardan hangileri istifa etti? Peş peşe yaşanan bu facialar kayırmacılığın, sistematik keyfiliğin zirve yapmış liyakatsizliğin neticesidir.
Şimdi herkesin aklındaki soru şu: 'Acaba Gebze için, Dilovası için adalet sağlanacak mı? Acaba hukuk gerçekten işleyecek mi?' iktidar cephesinden sıkça duyuyoruz: 'Türkiye bir hukuk devletidir'. Türkiye’de hukuk mağdurları arttıkça, mağdurların feryadı arşa yükseldikçe, iktidar bu cümleyi daha da yüksek sesle daha da fazla tekrarlıyor. Yerel mahkemelerin, Anayasa Mahkemesi kararını yok saydığı bir ülkede, hukuk 'sözle' değil, 'icraatla' sağlanır! İktidar mensubu hiç kimseye dokunulamadığı bir ülkede belki 'yargı var' diyebilirsiniz! Ama! Adalet var diyemezsiniz! Eğer bu ülkede adalet olsaydı: Burak Kilci, Ahmet Şahin, Nisanur Taşdemir, Cansu Esatoğlu, Tuğba Taşdemir hala yaşıyor olurdu. Bu kaza denilen cinayetler yaşanmamış olurdu!
"ŞÜPHE İLE TAKİP EDİYORUZ: İZNİK’TE ‘YENİ VATİKAN’ MI KURULUYOR?"
Dünya’nın gözleri bizim bölgemizin üzerinde. Bir yanda İsrail’in bölgemize yönelik tehditleri, diğer yanda Amerika’nın yeni planları. Şimdi bir de bölgeye dahil olma niyetinde olan yeni aktörler sahnede. Bu bağlamda; Papa 14. Leo’nun İznik Konsili’nin 1700’üncü yılı münasebetiyle yapacağı İznik ziyaretini ve kamuoyuna yansımalarını dikkatle takip ediyoruz. Şüphe ile takip ediyoruz: İznik’te ‘Yeni Vatikan’ mı kuruluyor?'
İznik’te büyük bir hac organizasyonuna imkân verecek bir dini turizm yatırımı teklifinin gündeme gelmesi, ülkemizin tarihî ve kültürel mirası üzerinde kimin söz sahibi olacağı meselesini yeniden tartışmaya açmaktadır. Türkiye, inançların ve medeniyetlerin kesişim yeridir; bu zenginlik elbette değerlidir. Ancak hiçbir dış aktörün, özellikle de devlet-dini otorite karışımının güçlü olduğu bir yapının, bizim egemenlik alanımız içinde ayrıcalıklı bir konum elde etmesine kayıtsız kalamayız. Bu mesele, sadece ekonomik getiri veya turizm potansiyeli üzerinden tartışılamaz.
Bu ziyaretin kapsamı ve tesisin ölçeği, yalnızca turistik bir yatırımın ötesinde bir 'özel statü alanı' oluşturma ihtimalini gündeme getirmektedir. Eğer planlanan bölge, uluslararası dini otoritenin özel hukuki statüye sahip bir alanı gibi düşünülüyorsa, bu Türkiye’nin egemenlik alanına doğrudan temas eden kritik bir konudur. Bu nedenle konu açık, şeffaf ve kamuoyuna hesap verebilir biçimde tartışılmalıdır.
"İKTİDARA SESLENİYORUM; ÜLKEMİZİN YUMUŞAK GÜCÜNÜ DOĞRU KULLANIN"
ABD Başkan Yardımcısı Vance’in katılımı, bu sürecin sadece Vatikan’a ait bir girişim olmadığını, aynı zamanda küresel politik ve jeostratejik boyutlara sahip olabileceğini göstermektedir. Bu ziyaretin sözde 'dinler arası diyalog' gibi Siyonist bir projenin aşaması olarak takdim edildiğini görüyoruz. Burada mesele turizm değil, yumuşak güç alanlarının yeniden dizaynıdır. Türkiye, bu adımı kendi egemenlik perspektifinden değerlendirmelidir. Buradan iktidara sesleniyorum; ülkemizin yumuşak gücünü doğru kullanın, ABD’nin, Vatikan’ın coğrafyamızı kuşatma hedeflerine karşı uyanık olun ve bu ziyaretin onlar için asla bir siyasi kazanım olmasına müsaade etmeyin. Biz; kendi inançları gereği, ülkemizde bulunan ve kutsal kabul edilen mekanları ziyaret eden insanlara gereken nezaketi, ev sahipliğini yapacağız Ancak kendi ülkemizin, coğrafyamızın hukukunu da korumaktan zerre geri adım atmayacağız.
"HİÇBİR MADEN SU KADAR ÖNEMLİ OLAMAZ"
İktidarın özellikle son dönemde; iktidarda kalabilmek uğruna, en değerli madenlerini küresel emperyalist şirketlere, peşkeş çekmesinin bedelini ödüyor. Bu peşkeşlerin neticesinde; su kaynaklarımız kullanılamaz hale geliyor, ormanlarımız yok ediliyor, insanlarımız sağlığını yitiriyor. Bu sorunun ortaya çıkmasında değişen iklim şartları kadar, takip edilen yanlış su politikası da etkili oluyor. Burada hem vatandaşlarımıza hem de devlete ödevler ve görevler düşüyor. Bizler ‘akarsu kenarında bile olsanız suyu israf etmeyiniz’ diyen bir medeniyetin evlatlarız. Her anlamda suyu israf etmemek, bireylerin üzerine düşmektedir. Ancak esas görev, doğru ve yeterli politikalar üretmek üzere devlete düşmektedir. Fakat ülkemize şöyle bir bakıyoruz: su sorunu yaşayan şehirlerde ya su firmaları suyun nerdeyse tamamına el koymuş ya hiç planlama yapılmamış, ya da maden arama şirketleri, şehrin kullandığından daha fazla su kullanmış. Evet yer altı varlıklarımız elbette en büyük zenginliğimiz. Fakat hiçbir maden -altını çiziyorum- su kadar önemli olamaz. Ülkemiz zannedildiği gibi ‘su zengini’ bir ülke değil. Bugün su krizini bir çevre meselesi olarak görmeliyiz, ama aynı zamanda bir güvenlik ve adalet meselesi olarak da görmek zorundayız.
"DEVLET NEREDEYDİ?"
Ülkemizde çürüme hat safhaya ulaştı, bataklık bile artık alarm veriyor! Maalesef ülkede şaibesiz bir kurum, lekesiz bir sektör neredeyse kalmadı. Biz yıllardır söylüyoruz: adalet mekanizması işlemezse, denetim mekanizmaları ciddiyetini kaybederse, kurumlar şeffaf olmazsa, çürüme önce dipten başlar, sonra herkesi sarar. Bugün soruyoruz: bu kadar hakem, bu kadar futbolcu, bu kadar menajer bahis çarkının içinde dönerken devlet neredeydi? İstihbarat bu ülkede ne iş yapıyor? Neden müdahaleler, irin cerahat patladıktan sonra yapılıyor? Eğer ahlaki bir duruş inşa edilmezse sadece suçluları yakalamak ancak günü kurtarır.
"İCRAATLARINIZIN BEDELİNİ BU ÜLKEDE İNSANLAR PAZARDA ÖDEMEKTEN BIKTI"
Her geçen gün daha kesif hale gelen bir ekonomik kriz ile karşı karşıyayız. Hatırlayacaksınız, iktidar; 2024’te; 2025 yılı enflasyon beklentisini yüzde 25 olarak belirlemişti, asgari ücretli, memur, emekli başta olmak üzere milyonlarca vatandaşımızın maaşına bu tahmin üzerinden zam yapmıştı. Ama Merkez Bankası geçtiğimiz hafta bu beklentiyi yüzde 25'ten yüzde 33'e çekti! Şimdi; milyonlarca vatandaşımız adına sormak istiyorum; yüzde 25 üzerinden haklarını gasp ettiğiniz asgarî ücretlinin enflasyon farkını yıl bitmeden iade edecek misiniz? Gelecek yılın zam oranlarını açıklarken, yüzde 33 üzerinden mi zam vereceksiniz yoksa 2026 tahmini olan ve asla tutturamayacağınız yüzde 13 üzerinden mi vereceksiniz? Yoksa 'Biz tahmin ederiz, siz yine bedel ödersiniz' mi diyeceksiniz? Beyler! Sizin tutturamadığınız tahminlerinizin, gerçekleştiremediğiniz hedeflerinizin, plansız-programsız icraatlarınızın bedelini bu ülkede insanlar pazarda, faturada, kirada ödemekten bıktı usandı.
"EMEKLİNİN, ASGARİ ÜCRETLİNİN, İŞÇİNİN, EMEKÇİNİN HAKKI; EN DÜŞÜK YOKSULLUK SINIRI OLMALIDIR"
Bu yüzden; sizler, biz ‘olursa olur, olmazsa ne yapalım’ diyecek makamlarda değilsiniz. Eğer bu makamların sorumluluğunu alamayacaksınız, çekilin kenara bu işi biz halledelim! Bizler buradan uyarıyoruz; sizin enflasyon beklentinize göre zam yapma planınız çökmüştür. Sakın ha! Aklınızdan gelecek yılın zammını -yine- 'beklenti' rakamlarına göre yapmak geçmesin. Emeklinin, Asgari ücretlinin, işçinin, emekçinin hakkı; en düşük yoksulluk sınırı olmalıdır!
Millet yüksek enflasyon, düşük ücret zulmünün altında ezilirken, Sayın Şimşek’in Plan ve Bütçe komisyonundaki ‘topladığımız vergi az’ açıklaması akıllara durgunluk verecek cinsten bir açıklama!
"MİLYONLARCA ESNAF ADINA BU KARDEŞİMİZ HAYKIRIYOR"
Hafta sonu, Karadeniz’imizde yeşilin kalesi Rize’deydim. Orada Rizeli hemşerilerimizle buluştuk, esnafımızla, gençlerimizle çay içip dertleştik. Ülkemizin her yerinde olduğu gibi Rize’de de İnsanımızın hali perişan. Orada bir esnaf kardeşimin feryadı var. Onu aynen size aktarmak istiyorum: 'Ben Mehmet Şimşek’i artık dinlemiyorum. Ben araştırdım dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey bulamadım. Ürünler yüzde 1 ile bize geliyor yüzde 10 ile çıkıyor. Yani cironun yüzde 9’unu otomatik devlet alıyor bizden. Verelim, ama hepimiz verelim. Ama adil olsun. Ben 3 tane masa ile birlikte her ay 60 bin lira vergi veriyorum. Vergiyi yetiştirebilmek için hiçbir gün izin yapmıyorum. Hasta olma şansım yok'. Evet Sayın Şimşek! Türkiye’nin gerçeğini, milyonlarca esnaf adına bu kardeşimiz haykırıyor! 2026’da toplayacağınız 15,6 trilyon vergi var, sizde bizde biliyoruz 15,6 trilyon size yine yetmeyecek.
Geçtiğimiz gün, emeklilikte Yaşa Takılanlar ve Emekliler Federasyonu ile beraberdik. Bugün iki büyük sorunumuz var: Birincisi; yoksulluk, açlık ve en son yokluk sınırına dayanan emekli maaşları. İkinci; EYT meselesi.
"İKTİDAR YETKİLİLERİ, 16 MİLYON EMEKLİMİZİN AHINI ALIYORSUNUZ"
Rizeli kardeşim gibi emeklilerimizin söylediklerini aynen aktaracağım: Diyorlar ki: 'Başkanım, eskiden emekli maaşımızla kiramızı ödüyor geçinebiliyorduk. Bugün kirayı bile ödeyemiyoruz'. Başka bir büyüğümüz: 'Mutfak alışverişi yapmak için eşim çalışıyor ancak hasta. Ağırlaştığında yiyecek bir şey alamıyoruz'. Bir başkası: 'Başkanım bayram olunca perdeleri çekiyoruz, kapıdaki ayakkabıları alıyoruz, evde sessizce oturuyoruz' diyor… İktidar yetkilileri, 16 milyon emeklimizin ahını alıyorsunuz. Şunu unutmayın mazlumun ahı, indirir şahı…Bir ülkenin büyüklüğü; emeklisine, işçisine, memuruna verdiği değerden anlaşılır. Bugün emeklimizin sesi duyulmuyorsa, o ülkede adalet de kalkınma da eksiktir.
"BU; TRAJİKOMİK BİR TABLODUR"
Mağduriyet sadece emekli aylığı değil, EYT meselesi var. Ve EYT Meselesi hala kökten çözülmedi. 8 Eylül 1999 yılında sigortası başlayan ve prim gün sayısını dolduran bir vatandaş emekli olurken; sadece bir gün sonra yani 9 Eylül 1999 yılında işe başlayıp prim gün sayısını dolduran bir vatandaşımız emeklilik için 60 yaşını beklemek zorunda. Bu; trajikomik bir tablodur. Bir hak gaspıdır, adaletsiz bir uygulamadır. Seçim yatırımı olarak EYT düzenlemesi çıkaran iktidar, geride kalan milyonlarca vatandaşımızın da mağduriyetini çözmekle mükelleftir.
"DAHA NEYİNİ ALACAKSINIZ VATANDAŞIN?"
Esnaf, emekli veya asgari ücretli vatandaş 'hakkına' yeniden kavuşmalı. Bakınız arkadaşlar; ortada vatandaşa verilmesi gereken on ekmek var. TÜİK’in açıkladığı rakamlar yüzünden vatandaşın on ekmeği beşe düşüyor. Sayın Şimşek’in getirdiği vergilerle vatandaşın beş ekmeği ikiye düşüyor. Ama yetmemiş olacak ki Sayın Şimşek aldığımız iki ekmeğede yeni vergiler ve cezalarla göz dikiyor. Biz de soruyoruz Sayın Şimşek, daha neyini alacaksınız vatandaşın? Vatandaşın elinde ekmek mi bıraktınız? Dün vermediğiniz ekmeğin hesabını verdiniz mi ki; bugün verginin azlığından şikayet ediyorsunuz!"













