10 KASIM'A SAATLER KALA: EŞSİZ LİDERİMİZ ATATÜRK’ÜN ÖLÜMSÜZLÜĞÜ 87. YILINDA
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucusu, dünyada eşi benzeri olmayan ebedi Başkomutanımız ve Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, ölümsüzlüğünün 87. yılında, tüm Türk milleti olarak sevgi, saygı ve minnetle anıyoruz.
Kaç Kasım Geçerse Geçsin, O Hep Bizimle… Bugün, Yarın ve Daima, Sonsuza Kadar…
"Herhangi bir şahsın, yaşadıkça memnun ve mesut olması için lazım gelen her şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecek nesiller için çalışmayı ilke edinmiş bir dünya dâhisi, eşsiz antiemperyalist ve dünyadaki en büyük devrimcidir."
Bu evrensel ilke ile hareket eden Eşsiz Atamız, İstanbul’daki Dolmabahçe Sarayı’nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe hayata gözlerini yumdu. O, biz Türk milletine ve Türk gençliğine “küllerinden doğan” bir ülke bırakarak ölümsüzleşti. Ebedi istirahatgâhı Anıtkabir'e defnedilen Atamızın, aramızdan ayrılışının üzerinden 87 yıl geçmesine rağmen acısı sanki bugün yaşanmış gibi hâlâ yüreklerimizde.
Peki, bu dünya dâhisinin mücadelesi hangi koşullarda başladı? Büyüdüğü ortamı, yaşadığı çaresizlikleri ve verdiği kurtuluş savaşını hayal edebiliyor musunuz?
Batı etkisindeki Selanik ve İstanbul ile İslam etkisindeki halkın karmaşık yaşamına; yokluk, kaos, belirsizlik ve çaresizlik içinde savaşlara mecbur bırakılan, kederli bir ulusun kişisel egosal savaşlarının eklenmesiyle ulus devlet yaratmak kolay değildi.
Bu durum, Mustafa Kemal’in kendi ruhsal dünyasındaki, diğer çocuklarını kaybeden kederli anne imgesinin oluşturduğu dışsal gerçeklikle bağdaşmıştı. Yaşamının erken döneminde babasını kaybetmesiyle içsel çatışmalarını çözmeye çalışırken, kendi içinde görkemli bir benlik ve sağlam bir karakter oluşturdu.
Antiemperyalist kişiliğiyle emperyalizme karşı verdiği mücadelede, cepheden cepheye gece gündüz demeden, düşman kurşunlarına kendini siper ederek tam bağımsız bir vatan kurmak kolay mıydı?
O Atatürk ki, dünya sosyolojik araştırmalar neticesinde dünyada eşi benzeri olmayan antiemperyalist bir mücadele sonucunda zorlu yaşamlardan büyük başarılar elde ettiği kayıtlardadır. Karakteri sağlam kişiliğiyle, gerçek dünyada da başarılı olup; içsel ve dışsal uyumu sağlayarak dünyayı değiştirebilen tek kişidir Atatürk.
Bu eşsiz karakterin temelleri nasıl atıldı? Bildiğiniz üzere; annesinin isteğini yerine getirmek için önce Müslüman yaşam tarzına uygun okula başlayıp, baskılara rağmen babası tarafından “Batılı eğitim” veren Şemsi Efendi Okulu'na kaydedilmiştir. Gerçek anlamda her şey burada başlamış; kendi öz kavramının ortaya çıkması, doğuştan olan zekâsı ve öz disiplini ile mükemmelliğe ilerlemiş sağlam
bir karakter yapısıyla da dünyada eşsizliğini kanıtlamış tek dünya lideridir Atatürk.
Atatürk’ün temellerini attığı bu sağlam karakter ve zekâ, onu cephede bile kitaptan koparmadı. Atatürk’ün cephedeyken bile kitap okuduğunu, hatta sayısının “dört binden fazla” olduğunu biliyor muydunuz?
Unutmayın, 130 yıl öncesinden bahsediyoruz. Dünyada ne kadar kitap varsa, ulaşabildiği tüm kitapların yarısını savaş cephelerinde okumuş, kendini kitap okumaya adamış bir liderden bahsediyoruz. Kurduğu bu Cumhuriyette, bugün bu çağda kaç kişi bu kadar kitap okumuştur?
Ancak bugün, Atatürk'ün bu entelektüel mirasına ne kadar sahip çıkıyoruz?
Okuduğu tüm kitapların altını özenle çizerek notlar alan o lidere karşın, “Bugün hiç kitap okumayan kimi Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları, Atatürk’ün bin bir mücadele vererek kurduğu bu Cumhuriyeti yönetiyor olması da bizlerin yetersizliğidir.”
Bizler ise yıl sonra kahve köşelerinde iktidarlar değiştirmeye, okey taşı döşemeye devam ediyoruz. Konuşmaya gelince klavye kahramanlığı yapıyoruz. Saygıdan, sevgiden, bilimden ve bilgiden uzak birbirimizi irdelerken, Atatürk’ün kurduğu bu Cumhuriyet günden güne elimizden kayıp gidiyor.
Atatürk'ün ilme ve irfana verdiği değer, gençlik ve askeri eğitim yıllarından itibaren çok netti. Harp Okulu ve Harp Akademisi yıllarından itibaren; matematik, geometri, edebiyat, dil, din, felsefe, bilim ve özellikle tarih en çok ilgilendiği bilim dallarıydı. Gençlik yıllarından itibaren yerli ve yabancı tarihçilerden Türk ve Dünya tarihini okumuştur.
Her konuda olduğu gibi okumakla kalmayıp, Türk tarihinin kökenini araştırmak için son yıllarında büyük çabalar harcamıştır.
Ancak yoğun geçen askeri ve entelektüel hayatı, siyasi olaylardan kopuk değildi. Yoğun askeri eğitimle birlikte sosyal hayatı, siyasi olaylardan kopuk değildi. Bu nedenledir ki, Batı’daki orduda görev isterken 3 yıl Suriye’ye sürgün edildi. Selanik’e döndüğünde görevi, hayallerinden uzak, demiryolu hattını teftiş etmekti. Daha sonra siyasal sürgün niteliğindeki Trablus’a atandı; ancak kişisel zaferle döndü. Yeni askeri taktikleri, yabancı dil bilgisi ve geç saatlere kadar çalışmaları yanında 31 Mart olayı ve Makedonya ayaklanmalarının bastırılmasında etkili olmasına rağmen hâlâ rakibi Enver Paşa’nın gölgesindeydi.
Birbirinden çok farklı olan bu kişilikler hayat sahnesinde birleşmişti. Kuzey Afrika’daki Osmanlı toprakları İtalyanlar tarafından işgal edildiğinde cephedeydi; ancak sıtma ve görme problemi nedeniyle Viyana’ya götürüldü.
Bu arada Trablusgarp’ta yenilgi ve ardından Balkanlarda karışıklık başladı. Yenilgi sonrası değer kaybeden İttihat ve Terakki ile padişah arasındaki anlaşmazlık; Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan için fırsat oluşturuyordu.
Çeşitli din ve etnik bağlardan oluşan mozaik, milliyetçilik akımları ve rekabet yüzünden bozuluyordu.
Eylül 1912’de Balkan savaşları başladı.
Kasım ayında Atatürk’ün doğduğu Selanik şehri düştü. İstanbul, gelen mültecilerle karışmış oldu, ordu zayıflamıştı. Dünya ülkeleri birbiri ardına birbirine savaş ilan ederken Osmanlı savaşa hazır değildi. Almanların yanında yer almayı uygun gören Enver Paşa, baskılara dayanamayıp filoyu emirlerine verdi. İki limanı bombalanan Rusya, Osmanlı’ya savaş açtı.
Harbiye Nazırı konumundaki Enver Paşa’nın da görkemli kişiliği olmakla birlikte Mustafa Kemal, ona göre daha kontrollü olup gerçeklik eğilimi ile daha objektif ve zekice kararlar alabiliyordu. Enver Paşa’nın Kafkasya ve Mısır’daki başarısızlıkları, Kemal’in savaş öngörülerine de yeniliyordu. Sabır ve ısrarlar sonrasında nihayet on dokuzuncu tümene komutan olarak atanabildi.
Ortadoğu, Anlaşma Devletleri’nin inisiyatifinde iken, Akdeniz’de de en büyük deniz gücünü yığmışlardı. İngilizler, İstanbul’un elde edilmesini Gelibolu Yarımadası üzerinden planlamışlardı.
Ve nihayet Mustafa Kemal’in görkemli kişiliği dünya sahnesine çıkıyordu. Savaş cephesinin stratejik noktasını doğru öngörmesi, kararlılıkla, askerlerine güç vererek savaşması, cephanesi bittiği için geri kaçan Türk birliğine “Cephaneniz yoksa süngünüz var, size ölmeyi emrediyorum” diyerek bir liderde olması gereken; dikkat yönetimi, amaca anlam verme, güvenilirlik, gerçekçilik ile ikna kabiliyeti savaşın ve halkının kaderini değiştirmişti. Kendisi de bu sırada göğsünden vurulmuş, hafif yaralanmış, göğüs cebindeki saati onu korumuştu. İşte ölümsüzlüğü orada başlamıştı…
Şu günlerde devam eden savaşların, kuşatmaların, yoklukların çok daha fazlasını okumak bile dehşet verici iken atalarımız bunları nasıl yaşadı? Yunanlılar İzmir’e asker çıkarmış, doğuda, güneyde şehirler kaybedilmiş, iç karışıklık artarak devam ediyordu.
Çoğumuzun bildiğini sandığımız ama çok eksik bildiğimiz olaylar, öyküler, kaybedilenler…
Bir şeyler yapılmalıydı. Hatta çok şeyler…
Zoraki bir görevlendirme ile planlanan Samsun’a gidiş kendisi için de bir doğum günü olarak kabul edilecekti.
Henüz sonun başlangıcıydı…
İşte bu ortamda, travmatik toplum “Görkemli Lideri”.ne kucak açtı. Padişah varken millet meclisi kurmak, cumhuriyeti ilan etmek, muhafazakâr toplumda halifeliği kaldırmak, yeni alfabe oluşturup öğretmek vb. birçok değişim; bizim tahmin edemeyeceğimiz emek, bilgi, deneyim, deha, güç ve azim gerektirir. Ve böylece ülkemizin ikinci kurtuluşu başlıyordu: Toplumsal devrim...
Arkadaşlarıyla birlikte cephedeki başarılarını, siyasal ve toplumsal modernizasyon takip ediyordu. Batı devletleriyle savaştıktan sonra; eğitim, bilim, toplumsal uygarlaşma açısından onları örnek alması ironik gibi gözükse de, bu durum onun objektifliğini ve profesyonelliğini kanıtlıyordu. Büyük zaferden henüz 45 gün geçmişken Bursa’daki öğretmenlere seslenirken “Arkadaşlar, bundan sonra pek mühim zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zaferler süngü zaferleri değil, iktisat, ilim ve irfan zaferleri olacaktır” diyerek bilime, gelişmeye nasıl önem verdiği anlaşılıyordu.
Tabii ki önem vermek ve okumakla kalmıyor, gerçekliğini araştırmak için o dönemde yurt dışından kitaplar getirtiyordu.
Akşam sofrasının yanında her zaman bir kara tahta bulunur, bazen sabaha kadar bilim insanlarıyla dil, tarih, geometri vb. tartışırdı.
Yeni bir hamle türetmek için saatlerini harcayabiliyordu. Yani devrimler, yenilikler gökten zembille inmemişti. “İlimin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişmesini kavramak ve ilerlemelerini zamanında izlemek şarttır” diyordu.
Ta o dönemden bizlere bilimin ışığında ancak klasik bilimin kalıplarında kalmayıp, dogmaları aşmamızı, devinimi takip etmemizi önermişti.
Hatırlarsanız 20. yüzyılın ortalarından sonra üç yüz yıllık Newton teoremleri geçerliliğini kaybedip devreye Einstein Görelilik Teorisi girmiştir. Böylece eski paradigmaların yerlerini yeni paradigmalar almıştır. Kuantum fiziği, hem bilimi hem de hayata bakışımızı değiştirmişti.
Ve Atamız, bilimi takip ederken her an değişebilirliğinden, yenilikleri takip etmenin gerekliliğini önceden söylemişti.
Üstelik dünyada bu devrimi yapan bilim insanı Prof. Albert Einstein’ın Atatürk’e mektubunda; “Ben sadık hizmetkârınız Prof. Albert Einstein” diye yazdığını; Princeton Üniversitesinde 1949 yılında Prof. Dr. Münir Ülger ile görüşme sırasında Einstein’ın: “Dünyanın en büyük liderine sahipsiniz, 1933’teki üniversite reformuna beni de davet etti” dediğini, Hitler Almanya’sından kaçan bilim insanlarına milletvekili maaşının üç katını teklif ettiğini, biliyor muydunuz?
Cumhuriyetin 10. Yılına doğru hukuksal, tarım, sanayi, eğitim (özellikle kırsal alanlarda) ve birçok alanda reformlar hızla başlamıştır. Örneğin toplam üretim % 80; kömür % 100, krom % 600, demir ise sıfırdan 180 bin tona çıkmıştır. Kurulan şeker, çimento, uçak, ipek ve deri fabrikaları ile savaştan çıkan ülke kalkınmaya başlamıştır. Üzerindeki ölü toprağı atıp çiçekler açmaya başlayan ülkemiz küllerinden doğmuştur.
Türk kadını için yaptıkları medeni kanunun çok ötesinde olup, bağnazlıktan, itilmişlikten çıkarıp eğitimde yan yana, eşit koşullarda yaşam sahnesine girmesi için tüm asaletiyle kişisel olarak ilgilenmiştir.
Yazmak için ansiklopedilerin yetmeyeceği aşikârdır.
Biraz da dâhiyane nükteli cevaplarından yazayım. #Cumhuriyet sonrası ziyarete gelen birçok dünya liderinden Kral VIII. Edward tekne ile geldiğinde, dengesini kaybetmemek için elini yere koyup sonra elini temizleyince, Atatürk; “Vatanımızın toprağı temizdir ekselans, o elinizi kirletmez” demiştir. Dolmabahçe Sarayı’ndaki yemekte garsonun tabağı düşürmesi üzerine özür dileyerek; “Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim” dediği yazılmıştır.
Son yıllarında ısrarla, hasta yatağında iken bile araştırdığı köken konusu vardı. Mayalar ile Türkler arasındaki hatta Kızılderililer, Mu kıtası ilişkilerini araştırıyordu. Nisan 1938’de konu ile ilgili henüz basılacak kitabı sipariş etmek üzere Paris Büyükelçiliğine telgraf yazmış, Meksika’ya ataşe tayin etmişti.
Bir asker, bir devlet adamının; sanat, felsefe, din, tarih, matematik ve birçok bilim dalını araştırarak bilmesi, ilgilenmesi… Halkıyla bütünleşmesi… Dünya tarihinde hiçbir modern liderin Atatürk’ün ölümsüzlüğüne neden erişemediğini anlayabiliyor musunuz? Ve Fransız himayesindeki memleketim Hatay sorunu… 1938’nin sıcak yaz günü…
Siroz ilerlemiş, Atamız solgun ve halsiz idi. Ancak Fransızları etkilemek için güç gösterisi gerekiyordu. Saatlerce ayakta askeri manevraları izlerken güçlükle duruyordu.
Aylar boyunca sadece dinlenmesi gerekirken bu konuya çare arıyordu. Zihni her zaman çok iyi çalışan “Görkemli Lider” bedenine gereken özeni maalesef gösterememişti.
9 Kasımda komaya girdi. Öncesindeki son sözü “saat kaç” idi. Saatlerce süren koma sonrası… 10 Kasım dokuzu beş geçe…
Artık bu saat sonsuzdu. Çünkü her kelimede, her çocukta, her kadında hatta bu ülkede yetişen her ağaçta yaşayacaktır. Ülküm: yükselmek, ileri gitmektir. Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
Atamız değil 87 yıl, Atamızın ölümünün üzerinden 187 yıl da geçse, “benim milletim” dediğiniz Türk milleti Atasını ve kurduğu Cumhuriyeti sonsuzluğa kadar yüreğinde taşıyacaktır. Kaç Kasım geçerse geçsin,
O Hep Bizimle… Bugün, yarın ve daima sonsuza kadar yüreklerimizde yaşayacaktır. Saygı ve minnetle büyük Atam…
Ali Berham ŞAHBUDAK















