MENEKŞE KÖYÜNÜN DELİSİ
Emrah Emir, 1987 yılında Çukurova'da doğmuş ressam, yazar ve sanat kuramcısıdır. Eğitimine Çukurova'da başlayan Emir, lise dönemine kadar eğitimini burada tamamladı. 2009 yılında Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü'ne kabul edildi. Lisans eğitimi süresince Hiperrealizm ve Çağdaş Kavramsal Sanat üzerine yoğunlaştı. 2012 yılında "Karanlık Sanatlar Teorisi" adını verdiği kendi sanatsal kuramı üzerinde çalışmaya başladı. Bu teori, Emir’in sanatsal pratiğinde karanlık, melankoli ve insan ruhunun derinliklerini keşfetmeye yönelik bir yaklaşımı temsil ediyor. 2017 yılında Galeri Soyut'ta "Kan ve Çikolata" başlıklı sergisiyle dikkat çekti. 2018 yılında "Tanrılar Divanı" ve 2021 yılında "Cennet Sürgünü" isimli kişisel sergileriyle sanatsal yolculuğunu sürdürdü. Delikanlı, Ayşenur ve Menekşe Köyünün Delisi isimlerinde üç romanı bulunmaktadır. Biz şimdi son kitabı Menekşe Köyünün Delisi üzerine yazacağız.
Bazı kitaplar vardır, cümleleriyle değil, suskunluklarıyla konuşur. Satır aralarındaki boşluklar, okuyucunun içine düşen yankılarla dolar. Emrah Emir’in Menekşe Köyünün Delisi tam da böyle bir kitap. Bir roman değil yalnızca; zamanın pasıyla matlaşmış bir ayna, bir toprağa gömülü anı defteri, unutulmuş bir çocuğun rüyası gibi. Bu metin bir anlatıdan çok, bir iç ses. Kimi zaman bir fısıltı, kimi zaman bir çığlık.
Bu hikâyede anlatılan, sadece bir adamın yıllar sonra köyüne dönüşü değildir. Bu bir yolculuksa, o yol içe doğrudur. Çünkü insan en çok kendinden uzak düşer. Hasan’ın adımları, Menekşe Köyü’nün taş sokaklarına değil, belleğin bozkırlarına basar. Her köşe başı bir hatıra, her kırık pencere bir yara açar. Sessizlik, köydeki en gürültülü varlıktır.
Hasan’ın köyüne dönüşü, yalnızca fiziksel bir yer değişimi değildir. Bu dönüş, felsefi anlamda Heidegger’in “varlığın unutuluşu” dediği noktadan hareketle, insanın kendisiyle yeniden karşılaşma girişimidir. Varlık, modern insanın gündelik telaşlarında görünmez hâle gelir. İnsan, kendi özünden uzaklaşır, yabancılaşır. Hasan’ın dönüşü, bir tür “ontolojik uyanış”tır.
Ancak bu uyanış kolay ve huzurlu değildir. Kierkegaard’ın “kaygı” dediği o varoluşsal sancı, Hasan’ın her adımında hissedilir. Çünkü insan geçmişe döndüğünde sadece hatıralarıyla değil, aynı zamanda geçmişte gömmeye çalıştığı benliğiyle de yüzleşir. Bu yüzden Menekşe Köyünün Delisi, bize şunu hatırlatır: Dönmek, bazen kalmaktan çok daha büyük bir sarsıntıdır.
Romanın en çarpıcı yönlerinden biri, bireyin psikolojik çözülüşünü büyük patlamalarla değil, küçük sessizliklerle anlatmasıdır. Hasan, köye döndüğünde karşılaştığı her şey, bir evin duvarı, kurumuş bir toprak, sessiz bir sokak, onun bilinçaltında gizlenen travmaları tetikler.
Freud’un “bastırılmış olan geri döner” ilkesi burada hayat bulur. Hasan’ın geçmişle olan ilişkisi, bilinçli bir yüzleşmeden ziyade bastırılmış duyguların yüzeye çıkışı gibidir. Unutulmak istenenler, bir bakışta, bir kokuda, bir sessizlikte yeniden hayat bulur. Delilik, belki de bu yüzden Hasan’ın kaçamadığı, ama adı konulmamış bir tanıdır. Jung’un “gölge” kavramı gibi, Hasan’ın deliliği de toplumun ve bireyin bastırdığı her şeyin tezahürüdür.
Bellek bir kuyuysa, bu kuyu yıllardır su çekilmemiştir. İçine düşen her şey çürümüş, unutulmuş, çırpınmıştır. Hasan o kuyuya eğilir; önce kendini arar, sonra sesini. Fakat yankı yoktur. Çünkü bazı anılar sesini yitirmiştir, bazıları ise konuşmayı hiç öğrenememiştir.
Geçmiş, burada bir hayalet gibi dolaşır. Kapıları çalmadan girer, sandıkların içinden eski kokularla fırlar, duvarlarda toz tutmuş bakışlar gibi asılı kalır. Hatırlamak, burada bir lütuf değil, bir lanettir. Hasan, hatırladıkça eksilir; köyüne döndükçe kendinden uzaklaşır. Delilik dediğimiz şey belki de budur: Hatırlamanın fazlası.
Menekşe Köyü, bir coğrafi mekândan çok daha fazlasıdır. O, terk edilmişliğin, sessizliğin ve çürümenin vücut bulmuş hâlidir. Sanayileşmenin, göçlerin ve modernleşmenin kırsal üzerindeki yıkıcı etkisini gözler önüne serer. Tıpkı köy gibi, Hasan da kendi içinde çürümüş, kabuğuna çekilmiş, iletişim kuramaz hâle gelmiştir.
Marx’ın tanımladığı “yabancılaşma”, burada hem birey hem toplum için geçerlidir. Hasan, emeğinden, çevresinden ve en önemlisi kendinden kopmuştur. Köy halkı ise birbirine yabancılaşmış, her biri kendi içine kapanmış bireylerden oluşan bir yalnızlıklar topluluğudur. Bu bağlamda köy, Türkiye’nin kırsal sosyolojisine dair mikro bir eleştiridir: Sessiz ama yıkıcı.
Çukurova… Kavurucu güneşiyle değil, suskunluğu ile sarar bu hikâyeyi. Toprak, yüzeyde çatlamış; ama asıl kırılma yerin altında, görünmeyen köklerdedir. Menekşe Köyü, kuruyan bir ağacın gölgesizliği gibidir. Ne büyüyen vardır ne de saklanacak bir dal. Her şey olduğu gibi açıkta, olduğu gibi yaralıdır.
Doğa, romanın sessiz tanığıdır. Gökyüzü bakar ama konuşmaz. Rüzgâr eser ama unutturmaz. Her şey yerli yerindedir ama hiçbir şey eskisi gibi değildir. Çünkü köyler de insanlar gibidir: Hatırlamakla unutmak arasında bir yerlerde yaşar. Ve her köy, bir zaman sonra sadece içinden gidenleri hatırlar.
Romanın adı, bize bir “deli”den söz eder. Ama burada delilik ne taşkın ne de taşlanası bir hâl değildir. Bu delilik, belki de görenin ve hissedenin yüküdür. Toplum, duymazdan geldiklerini taşıyanları “deli” ilan eder; çünkü onlar hatırlatır: Acıyı, yalnızlığı, vicdanı. Belki de en çok deliler anlar hayatı. Çünkü onlar, suskunluğun içine düşmüş kelimelerdir.
Hasan, aslında hepimizin adıdır. O köy, içimizdeki yarımdır. Her birimiz, zamanla terk ettiğimiz duygulara döndüğümüzde bir parça deliliğin eşiğine geliriz. Ne tam hatırlarız ne tam unutabiliriz. Arada sıkışıp kalırız. Ve o sıkışma, ruhun en kırılgan yerinde yankılanır. Hasan’ın yürüdüğü yollar, bizim de ayak izlerimizle doludur.
Emrah Emir’in dili, gösterişli cümlelerden değil, derin sessizliklerden besleniyor. Her paragraf, içe doğru bir yankıdır. Olaylar büyük değil, ama anlamlar geniştir. Çünkü asıl anlatılan, dış dünya değil, iç dünya. Sanat bazen bir şeyleri göstermemekle daha fazlasını söyler. Bu roman da tam olarak bunu yapıyor: Duyguyu saklamadan anlatmak yerine, okuyucunun içine bırakıyor ve sessizce geri çekiliyor.
Betimlemeler bir tablo gibidir; her satırda bir renk, her sayfada bir gölge vardır. Güneş yalnızca bir ışıltı değil, bir tehdit gibi parlar. Eşyalar susar ama konuşur. Ve insan, doğanın diline karıştıkça kendini daha net duyar. Bu, sözcüklerle değil, sezgilerle örülmüş bir sanat yapıtıdır.
Menekşe Köyünün Delisi, bir roman olmaktan çok bir ağıttır. Kaybolan zamana, yarım kalan hikâyelere, hatırlamakla unutmak arasında sıkışan insanlara yazılmış bir iç çekiş. Her birimiz bir Menekşe Köyü taşıyoruz içimizde. Ve o köyün en sessiz, en çok unutulan köşesinde bir "deli" var. O deli, belki çocukluğumuz, belki annemizin sesi, belki de çoktan susmuş bir sevda.
Bu kitap, okuyana sadece bir hikâye sunmuyor; aynı zamanda bir boşluk bırakıyor. Ve o boşluğu her okuyucu kendi sesiyle dolduruyor. Çünkü edebiyatın en güzel yanı budur: Hepimizin yüreğinde başka bir yankı bulması.
Ve belki de bu yüzden, bazı kitaplar hiç bitmez. Kapatırsın kapağını, ama içinden çıkamazsın. Hasan’ın hikâyesi, hepimizin hikâyesidir. Çünkü her insanın içinde bir köy vardır: Geri dönmeye cesaret edemediği, döndüğünde tanıyamadığı, tanıdığında ise artık kendisinin bile yabancılaştığı bir köy… Ve belki de hepimiz, o köyün delisiyizdir biraz. Unutulmuşluğun, hatırlamaktan korkanların arasında, sessizce bağıran bir ses...
Arzu Kök


