AREV
Betül Erdoğan, Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinden çıkan, edebiyat dünyasında iz bırakan bir yazar. Spor eğitmenliğinden emekli olduktan sonra yerel gazetelerde, çeşitli internet sitelerinde ve kendi blogunda “Yağmurla Gelen” yazılar yazmaya başlar. Halkasız Köleler, Anılara Saygı Günü, Şiirleri İçmek Aynı Kadehten, Elbet Bir Gün Buluşacağız, Arev, Kumru, Ben Zehra, mum Koksun Kadınların Bedeni, Gavurun Kızı isimli eserleri vardır. Biz bugün “Arev” isimli kitabını inceleyeceğiz. Zira çok yakında ikinci baskısı yapılacak olan kitabı yazmak için geç kaldığımı fark ettim.
“Arev”, gerçek hayattan izler taşıyan bir dramı roman formunda sunuyor. Kitap, Türkiye-Yunanistan zorunlu göçü (Mübadele) sonrası yaşanan trajediyi Merkezine almış. Roman, bir Türk kadın olan Zehra ile komşusu Rum Eleni arasındaki dostluğu, sevgi dolu bağları ve trajik bir olay sonrası yaşanan pişmanlık ve hasreti anlatıyor. Olay şu şekilde gelişiyor: Eleni hamileyken Zehra, bebeğe büyük bir sevgiyle bağlanıyor ve göç sırasında tren kalkmadan önce, onu bağrına basmak için bebeği Eleni’den rica ediyor. Ancak dönüşüm beklenmedik bir şekilde onun elinde kalıyor; Zehra bebeği vermeyerek kaçırıyor. Bu dramatik karar, hem Eleni’de hem de Zehra’da derin yaralar açıyor. Okuyucuda şu soruları uyarıyor: “Eğer sen Eleni olsaydın ne yapardın? Zehra’nın yaşadığı pişmanlığı anlamak mümkün mü?”
Romanın merkezinde yer alan olay, 1923 Türkiye-Yunanistan Mübadele’si sırasında geçer. Bu tarihsel olay, sadece fiziksel bir göç değil; psikolojik olarak da “köklerinden koparılma travması”dır. Zehra ve Eleni, bu travmanın iki farklı tarafındadır: biri "kalan", diğeri "giden".
Göç ve ayrılık, her iki karakterde de aidiyet krizi, suçluluk, özlem ve kayıp duyguları yaratır. Zehra’nın bebeği vermemesi, bir tür duygusal çöküş anında gerçekleşir. Ancak bu karar, travmaya karşı kontrol kurma çabası gibi okunabilir. Hayatının kontrolünü kaybeden bir kadın, elinde tutabileceği tek şeyi – o masum bebeği – bırakmak istemez. Bu yönüyle roman, toplumsal travmaların birey psikolojisinde nasıl yankı bulduğunu güçlü biçimde yansıtır.
Zehra karakteri, roman boyunca ağır bir suçluluk duygusuyla yaşar. Bu duygu: Sürekli bir içsel çatışma yaratır. Savunma mekanizmaları (örneğin inkâr, rasyonalizasyon) devreye girer. Zamanla, bir pişmanlık çemberi içinde sıkışıp kalır. Zehra’nın kendini affedememesi, aslında ahlaki benlik (süperego) ile gerçek benliği arasındaki çelişkinin sonucudur. Freudcu bakışla ele alırsak, Zehra’nın süperegosu onu sürekli yargılar; içsel huzuru bulamaz.
Roman aynı zamanda bir kimlik bunalımı anlatısıdır: Zehra, kendini hem anne hem de suçlu olarak tanımlar. Eleni, hem kurban hem de mazlumdur; hem annedir hem anneliği alınmıştır. Bebek ise iki aidiyet arasında sıkışmış bir “kimliksiz”dir. Bu çok katmanlı kimlik krizleri, hem bireysel benliğin hem de milliyet, din, kültür gibi kolektif kimliklerin çatışmasını yansıtır.
Zehra Türk, Eleni Rum’dur. Aralarında dostluk olmasına rağmen, bir noktada aralarına milliyetçi sınırlar çekilir. Bu, bireylerin etnik kimliklerinin nasıl bir "kader" haline getirildiğini gösterir. Roman, millet, din, dil ve etnisitenin nasıl insan ilişkilerinin önüne geçtiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Zehra’nın bebeği “kurtardığını” düşünmesi, etnik kimliği bir kurtuluş ölçütü olarak görmesindendir: “Bu çocuk bizden biri olarak büyürse daha iyi olur.” Bu durum, asimilasyon, milliyetçilik ve ötekileştirme kavramlarıyla yakından ilişkilidir. Bireyler, kendi kararlarını verirken bile toplumsal kodlarla, kültürel dayatmalarla hareket ederler.
“Arev”, yalnızca bir dönem romanı değil, aynı zamanda geçmişle yüzleşme romanıdır. Mübadele gibi toplumsal travmalar, sadece yaşayan nesli değil, sonraki kuşakları da etkiler. Zehra’nın pişmanlığı, sadece bireysel değil, toplumsal vicdanın bir tezahürüdür. Bu tür tarihsel olaylarda, toplumsal bellek çoğu zaman bastırılır veya çarpıtılır. Roman bu bastırılmış hafızayı görünür kılar. Bebeğin sonraki yaşamı – hangi kimlikle büyüdüğü, nereye ait hissettiği – aidiyetin kuşaklar boyunca devam eden krizine işaret eder.
Erdoğan’ın dili, oldukça şiirsel ve duygusal derinlik taşıyan bir anlatıma sahiptir. Zaman zaman sanki bir roman değil, uzun bir iç monoloğun içinde ilerleyen dramatik bir şiir okurmuş hissi uyandırır. İç ses kullanımı oldukça fazladır: Karakterlerin kendi iç dünyalarıyla hesaplaşmaları, okuyucuya doğrudan aktarılır. Yüksek dozda duygusallık: Özellikle pişmanlık, özlem, mahcubiyet gibi duygular anlatılırken kullanılan dil yoğun, vurucu ve yer yer teatraldir. Betimlemeler, yer yer dramatik bir sinematografi hissi uyandırır. Özellikle tren sahnesi, terk ediliş ve içsel çöküş anları, sinemasal yoğunlukla yazılmıştır.
Sanatsal olarak romanda hâkim olan duygu "melankoli" dir. Ancak bu melankoli, kasvetli değil; içsel bir estetik taşıyan, insanı incelten bir hüznü ifade eder. Hüznün bu yumuşak işlenişi, romanı “acı dolu ama naif” bir sanat eserine dönüştürür. Acı, vicdan ve pişmanlık, romanda rahatsız edici değil, okuyucuyu insanî duyarlılığa davet eden bir yolla sunulur.
Yapısı ve dili açısından roman, kolaylıkla bir film ya da sahne performansına dönüştürülebilecek niteliktedir: Mekânlar az, olaylar net, duygular güçlü. Tren istasyonu, mübadele sırasındaki kaotik sahneler ve yüzleşme anları, sinemasal açıdan güçlü “sahne çekirdeği” oluşturur.
"Bazen susmak, sadece acıyı değil, utancı da saklamaktır." Cümlesi zaten kitabın verdiği tüm mesajların sembolü gibidir. Arev’in hikayesini okumanızı mutlaka isterim açıkçası. İkinci baskısı en yakın zamanda İzan Yayıncılıkta olacak…
Arzu Kök