TER VE LİRİKLER
Uygur Orhan, 1963 Elazığ doğumlu. Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu şair, öğretmen, ressam ve heykeltraştır. Babası Nurettin Orhan’dan öğrendiği resim ve heykel sanatını meslek haline getirmiştir. Uzun yıllar Kayseri Çıra Sanatevi ve ardından Ankara Ayrancı’da Çıra Sanat Atölyesi aracılığıyla üretimlerini sürdürüyor. Sanatı topluma açmayı, sokakları atölyeye dönüştürmeyi misyon edinmiş, herkesin sanatla buluşabilmesi gerektiğine inancına sahip. Şiirlerini birçok edebiyat dergisi ve gazetesinde yayımladı: Akköy, Bezuvar, Evrensel, Güney, Karakalem, Şair Çıkmazı, Şehir, Yaba gibi. Yüzyıllık İkişık, Her Aşk Yüreğime Göre (2005), Göğün Zembereği (2009), Uyguruk’tan Aforizmalar (2009), Roboski Ölüleri (2013), Dudak Okuma Notları (2017), Ter ve Lirikler (2024) isimli şiir kitapları vardır. Roboski Ölüleri dosyasıyla Adnan Yücel Şiir Yarışması birinciliği ve Dudak Okuma Notları kitabıyla 2018 Kemal Özer Şiir Jüri Özel Ödülü sahibidir.
Biz bugün Uygur Orhan’ın son kitabı olan “Ter ve Lirikler” üzerine konuşacağız. Kitap elime yeni geçti ve üzerine yazmak istedim. Bakalım neler dökülecek kalemimizden?
Öcelikle şunu söylemek isterim ki kitap, açık biçimde emekçi sınıfın diliyle yazılmış. Şiirlerdeki karakterler; işçi, çocuk işçi, maden işçisi gibi ekonomik alt sınıflara ait. Bu durum, Marksist edebiyat eleştirisi açısından değerlendirildiğinde, üretim araçlarına sahip olmayanların yaşamlarının edebi temsili olarak da okunabilir. “ölümle çevrili makineler ve on iki yaşında haskiro Ahmet / tekstil asansöründe sıkışmış” dizeleri, çocuk işçiliği olgusunu görünür kılar. Sosyolojik açıdan bu, kapitalist üretim biçiminin çocukları nasıl sömürdüğüne dair bir tanıklık olarak da göze çarpmaktadır.
Orhan’ın şiirlerinde birey, dünyaya “atılmış” bir varlık olarak çizilmiş. Maden işçileri, çocuk işçiler ya da yanan ormanlar karşısında yalnızlık hissi belirgindir. Bu, özellikle Jean-Paul Sartre ve Albert Camus çizgisinde bir varoluşsal yabancılaşma durumunu çağrıştırıyor. Camus’nün Sisifos’u gibi, şiirdeki öznede sistematik baskıya rağmen “yaşamı şiirle taşımaya” devam eder. “akciğer kan arıyor” dizesi, yaşamın kıyısındaki bir organizmanın varoluşsal çığlığı olarak görülmekte.
Uygur Orhan’ın şiiri, soyut değil; doğrudan “öteki”nin sesi olmayı amaçlar. Özellikle Vezir Mohammad Nourtami’nin ölümü gibi örneklerde, şiir etik sorumluluğun tanıklığına dönüşüyor. Hani Emmanuel Levinas’ın dediği gibi, “ahlaki öz, ötekinin yüzüyle kurduğumuz ilişkide doğar.” “Nourtami’ye” şiiri ise bu ilişkiyi açıkça kurar: “şiir, ölenin yüzüne bakmaktan kaçmaz, aksine onu görünür kılandır” gerçekliğini serer gözlerimizin önüne.
Orhan’ın şiirleri, antik tragedya gibi “acı”yı hem kişisel hem de politik boyutlarıyla işler. Nietzsche’nin “Tragedyanın Doğuşu”nda belirttiği gibi, şiirdeki acı sadece yok edici değil, yaratıcı da olabilmektedir. Bu bakışla şiir: Dionysosçu bir çöküş hissi yaratır ki bu da her şey dağılmakta, yanmakta, yok olmaktadır gerçekliğidir. Fakat aynı zamanda Apolloncu bir düzenleme de içerir ve şiir, felaketi biçime sokarak anlam üretir anlayışını haykırır. Ayrıca, Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı da buraya uygulanabilir. Yani bu acılar rastgele değil; sistemli, görmezden gelinen ve kurumsal süreçlerin parçasıdır. Çocuk işçilerin ölümü bu bağlamda sıradanlaşmış bir trajedidir. Orhan ise tüm bu olguları işler şiirlerinde ustalıkla.
Uygur Orhan’ın şiirinde, sanat güzellikten çok acıya tanıklık etme aracıdır. Bu, Theodor Adorno’nun şu sözüyle örtüşür: “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır – ama şiir yazmaya devam etmemek de bir o kadar barbarlıktır.” Orhan bu ikilemde şiiri hem etik hem estetik bir araç olarak kullanır. Sanat, sistemin çatlaklarından sızan hakikat ışığına dönüşür. Acı şiirle ifade bulur, ama güzellikten değil, hakikatten doğan bir estetikle.
Orman yangınları, yok edilen doğa, bitki ve hayvanların sessizliği kitapta önemli yer tutar. Bu, ekofenomenoloji perspektifinden, doğanın da “varlık” olarak kendi başına anlam taşıdığına işaret eder. Heidegger’in “Varlık ve Zaman”ındaki gibi, doğa artık sadece “kullanılabilir kaynak” değil, bir “bulunuş”tur. Doğanın can çekişmesi, insanın varoluşunu da sarsar: “günde yakılan dört yüz altmış hektar can çınar” Bu dize hem ekolojik hem ontolojik bir kıyameti o kadar güzel anlatıyor ki.
Şiirdeki parçalı yapılar, bazen sözcüklerin yokluğu ya da aşırı yoğun imgeler, Ludwig Wittgenstein’ın “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” sözünü çağrıştırır. Bu noktada şiir, dilin hem yetersizliğini hem de direncini gösterir. Dilde fazladan süs yoktur; şiir dili yalın ama yoğun anlamlıdır. Söz ekonomisi: Çok az kelimeyle çok şey söyler. Ses tekrarı ve iç ahenk zaman zaman “lirik” yapıyı güçlendirir.
Kitap 10 şiirden oluşur; her biri farklı anlatı tekniklerine ve görsel düzenlemelere sahiptir. Serbest ölçü ve biçim tercih edilmiştir. Bazı şiirlerde küpür, kırılma ve parçalanmış dizeler dikkat çekiyor ki bu bana göre hem görsel hem anlamsal olarak parçalanmış hayatları temsil ediyor. “çizgili tulumu / gövdeden önce / ölüyor işçi çocuk” dizelerinde olduğu gibi…
Orhan’ın sanata bakışı, onu ve eserlerin bireysel bir ifade biçiminden çıkarıp kolektif bir direniş aracı haline getiriyor. Evrensel ve yerel arasındaki dengeyi şiirde kurmaya çalışıyor; sanatın toplumsal bir savunma mekanizması olması gerektiğini vurguluyor. Söyleşilerinde sık sık sanatın, egemen yapıların karşısında özgürlükçü, dönüştürücü bir işlev taşıması gerektiğini ifade ediyor.
Açıkçası ben bu “lirik ağıt” kitabını yani ‘Ter ve Lirikler’i okumanızı öneririm. “Ter ve Lirikler”, Uygur Orhan’ın toplumsal şiir geleneğini derinleştirerek sürdürdüğü, lirik ağıtlarla donanmış etkileyici bir eser. Okumadan geçmeyin…
Arzu Kök