TÜRKİYE‘NİN İHTİYACI ANAYASA DEĞİL
İDARİ REFORMDUR
Türkiye Cumhuriyeti son günlerde yeni bir anayasa değişikliği süreci içinde yuvarlanıp bir yerlere doğru sürüklenmektedir. Uluslararası alandaki yeni ortaya çıkışlar böylesine bir durumun önünü açarken, iç ve dış merkezlerin anayasa konusundaki çıkışları yeniden Türk devletini ve Türk milletini yeniden anayasa sorunu ile karşı karşıya getirmiştir. Daha önceki dönemlerde Türk devleti tıpkı diğer devletlerin yeni anayasal süreç sorunlarını aşmaya çalışması gibi, zaman zaman böylesine bir dar boğazı Türkiye Cumhuriyeti de geçmek zorunda kalmıştır. Uluslararası bir düzen içinde var olan bütün devletler ve diğer siyasal ve hukuk kurumları, içinde bulundukları temel hukuk düzenlerinin bir hukuk devleti olarak geleceğe dönük bir biçimde varlığını sürdürmesi, bazen anayasalar bazen da diğer yasalarda değişiklikler getirmektedir. Dış dünyada meydana gelen değişikliklerin öne geçerek, yaşam düzenlerini ya da devletlerin yapılanmalarını bozmaya başladığı olumsuz gelişmeler çizgisinde devletler ile birlikte hukuk düzenleri de ciddi yıpranmalara hedef olmakta ve bu yüzden de kalıcı bir uluslararası ya da ulusal düzen oluşturulamamaktadır. Dünya tarihinin yakından incelendiği değerlendirme aşamalarında, bu gibi olumsuzluklar siyasal takıntılar yaratmakta ya da geleceğe doğru uzanıp giden siyasal yolların önünün kesilmesi gibi beklenmeyen gelişmeleri, toplumsal kamuoylarının önüne çıkarmaktadır. Devletler ile toplumlar arasındaki ilişkiler ya da sorunlar böylesine beklenmedik gelişmeler ile karşı karşıya gelirken, uluslararası rüzgarlar ile ulus devletlerin yeni yasal düzenlemeler üzerinden, eskisinden daha farklı kamu düzenleri içinde kendi geleceklerini belirlemeye çaba gösterdikleri anlaşılmaktadır.
Devletlerin ve toplumların içinde bulundukları değişim ve gelişim süreçlerinin her aşaması birbirinden çok farklı olduğu için atılan adımlar ve kat edilen mesafelerin dikkate alınarak, anayasa ya da hukuk devleti konumlarının gösterdiği yönelme ve de yönlendirme dinamiklerinin gösterdiği çizgilerde, her devlet modeli ya da siyasal rejim uygulamalarının beraberce ele alınarak, topluca değerlendirmeler yapıldıktan sonra hukuk ya da anayasa reformlarına kalkışılması, geçmişten bugüne gelen ya da bugünkü aşamadan sonra geleceğe doğru yön gösteren sosyal olayların ya da siyasal anlamdaki gelişmelerin etki ve tepkilerinin dikkatle izlenerek bir strateji belirlenmesi gerekmektedir. Her aşamada değişim ve dönüşümler kaçınılmaz biçimde birbirlerini etkiledikleri için daha sonraki aşamalarda yapılan çalışmalar ya da reformlar, geçmişten bugüne ve yarınlara doğru atılan adımların içeriğinin belirlenmesinde fazlasıyla etkili olmaktadır. Özellikle anayasa gibi bir toplumun ve devletin kendi siyasal mekanizmasının geleceği ile ilgili temel hukuk düzenlemelerinin yeterli bir çalışma düzenine gereksinme duyması hukuk ve siyaset tarihlerinin birbirini doğruladığı aşamalarda, açıkça söz konusu olabilmektedir. Her ülkenin, her devletin ya da milletin birbirinden farklı noktalarda hukuk ve anayasa alanlarındaki yenileşme girişimlerinin sonuç verdiği görülmektedir. Hukuk ve anayasa her zaman için bir temel yapılanmayı gelecekteki istikrar için kurallaştırmalıdır.
Değişim ve dönüşümün eşiğine gelindiğinde devletler ve toplumlar, yaptıkları çalışmaların sonunda nereye geldiklerini ve ülkedeki hukuk birikimine ne derecede egemen olabildiklerini anlayabilmek için, kendilerinin nasıl bir anayasa gereksinmesi içinde olduklarını iyice belirlemeleri gerekmektedir. Nasıl bir anayasa sorusunun yanıtları içinde devletin, toplumun ve yaşanmakta olan siyasal konjonktürlerin, her aşamada etkileri ve yansımaları olduğu için devletin ve toplumun daha iyi idare edilebilmesi için nasıl bir anayasa sorusundan önce, nasıl bir toplum ve devlet anlayışının benimseneceğine karar verilmelidir. Anayasaların temelinde var olan bütün konuların ve sorunların derlenip toparlanarak ve de gelecekteki her türlü ihtimal dikkate alınarak yoluna konulması, hesaplanmadan önce alandan alınan bilgilerin sağlam ve doğru olmaları gerekmektedir. Anayasal bir çizgide devletlerin ilerlemesi, kendi yollarının belirlenmesi açısından yararlı olmaktadır. Bugünün koşullarında ortaya çıkan anayasal gereksinmelerin çözüme kavuşturulabilmesi açısından, geçmişten gelen bilgi birikiminin ya da bu doğrultuda var olan deneylerin hemen istenen hedeflere ulaşması birlikte sağlanabilirse, nasıl bir anayasa sorusunun yanıtları da daha doğru bir biçimde karşılanabilir. İçinde bulunduğumuz ortamın özelliklerinin neler olduğunun iyice araştırılmasından sonra Türkiye için nasıl bir anayasa sorusunun cevapları verilebilir. Siyasetin içinden gelen kadrolarla siyasetin dışından gelen, meslek birlikleri ile demokratik kitle örgütlerinin farklı yaklaşımlar üzerinden anayasal sorunları ele almaları anayasal çalışmalarda destek sağlayarak ve yeni sorunları da gündeme getirerek çözümler üretebildiği gibi, aynı zamanda bu durumun tamamen tersi bir çizgide var olan çözüm önerilerinin de geçmişten gelen birikimlerine rağmen geçersiz kalmalarını da gündeme getirebilmektedir.
Türkiye’de nasıl bir anayasa sorusu son zamanlarda birçok açıdan sivil bir anayasa olarak cevaplandırılmaktadır. Anayasa kavramı ile sivil kavramının birlikte kullanılmasıyla öne çıkan sivil anayasacılık akımı her on senede bir batı emperyalizmi tarafından Türkiye’de planlanan ara rejimler ya da askeri yönetimlere karşı çıkmak üzere planlanmış bir demokratik tutumu gündeme getirmiştir. Ara rejimlerin planlayıcısı konumundaki bazı güç merkezleri, kendi çıkarları için siyasal alandaki her türlü yapılanmayı zorlayarak kullanırken, daha sonraki aşamalarda bunların demokratik görünümlü bir ara rejim cuntacılığına yönlendirildikleri göze çarpmaktadır. Bu nedenle bugünün Türkiye’sinde anayasa sorunu öne çıkarılırken, gerçek anlamda bir demokrasi arayışı gündeme gelmektedir. Askeri darbelerin tehdit ettiği Türk demokrasisi son zamanlarda kendini yenilemeye yönelirken, her türlü iç ve dış savaştan uzak, her türlü etnik ve alt kimlikçi çatışmalara karşı çıkan ve bu doğrultuda halkçı bir cumhuriyet devleti olmaya çalışan Türkiye cumhuriyetçiliği, her türlü savaş ve çatışmaya karşı çıkarken aynı zamanda yeni bir kavram olarak terörsüz Türkiye anlayışı gündeme getirilmiştir. Demokratik bir kamuoyu yapılanması ile örgütlenen batı dünyası ile otoriter doğu dünyasının devletleri arasında kalan bir orta dünya devleti olarak, Türkiye Cumhuriyeti yirmi birinci yüzyılın önde gelen demokratik cumhuriyetlerinden birisi olarak Türk devleti ulusal kurtuluş savaşı aracılığı ile kazandığı tam bağımsız ve ulusal egemenliğe dayanan Kemalist yapılanması ile, Türkiye bugünün koşullarında bütün dünya ülkeleri açısından önemli bir örnek model devlettir. Anayasa arayışı doğrudan devlet arayışını da gündeme getirdiği için, Türkiye’nin devlet modeli olarak Kemalist Cumhuriyetçilik, bu gün gene eskisi gibi yön göstermeye devam etmektedir.
Türkiye yerkürenin batı bölgesinde olmadığı için batılı devletler tarafından kendilerinden sayılmamış aksine dünyanın merkezi bölgesinde yer almasına rağmen batılı kaynaklarda sürekli olarak doğulu ülkeler arasında sayılmış ve böylesine bir tasnif içinde yeryüzü haritası ile değerlendirilmeye çalışılmıştır. Bugünkü haritalarda merkez ülke olarak yer alan Türkiye, geçmişten gelen yanlış değerlendirmelerin etkisiyle gene eskisi gibi doğulu bir ülke olarak yansıtılmaya çalışılmıştır. Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti batı dünyasının yanı başında bir jeopolitik konuma sahip bulunmasına rağmen, gene batının önde gelen emperyalist devletlerinin zorlamalarıyla çağdaş bir cumhuriyet devleti olarak ilan edilmesine rağmen batı blokunun yönlendirmeleriyle gene eskisi gibi doğulu devlet statüsünden kurtulamamıştır. Aslında 100 yıllık bir cumhuriyet devleti yapılanmasıyla bugünlere gelinmesi dikkate alınırsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin tam anlamıyla bir batılı devlet olarak dünya sahnesindeki asıl yerini aldığı görülmektedir. Her yönü ile batı dünyasına yakın bir komşu olan Türk devleti, ulusal kurtuluş savaşı sırasında çağdaş bir batılı devlet gibi hareket etmiş ve daha sonraki aşamalarda ülkede yeni bir siyasal yapılanmaya doğru yelken açılırken, batı tipi bir Avrupa ulus devleti kuruluşu tamamlanmıştır. Kurtuluş savaşı sonrasında devlet sahip olduğu Avrupa tipi ulus devlet sayesinde kuruluşunu tamamlamış ve daha sonraki aşamada da tam ortalarında yer aldığı Asya kıtasındaki sol ve sosyalist potansiyelleri dikkate alarak, Avrupa tipi ulus devletin yanı sıra bir de Asya gerçeklerinden yola çıkarak önem verilen Asya tipi bir halkçı cumhuriyet adımlarını da atarak, Avrupa tipi ulus devlet ile Asya tipi bir halkçı cumhuriyet oluşumunu öne getirerek Avrupa ve Asya arasındaki bir bağımsız devlet olarak Atatürk’ün öncülüğünde çağdaş bir siyasal senteze yönelmiştir.
Batı dünyasının önde gelen büyük burjuva devletleriyle yan yana bir komşuluk konumu geliştirilirken, sosyalist bir ideolojik imparatorluk içinde halkçılık anlayışı ile halk cumhuriyetçiliği yapılarak dünya ülkeleri arasında bir denge ve uyum düzenleri geliştirilmeye çalışılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti dünkü dünya düzeninin etkileriyle rejimin geliştirdiği milli burjuvazinin yönetimde etkili olduğu bir batılı devlet olarak yeni dünya dengelerine uyum arayışlarıyla, yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki soğuk savaş dönemini badiresiz atlatabilmiştir. Dünyanın doğu bölgelerinden gelen halkçılık ve devletçilik birlikteliği, daha önceki dönemden gelen ulusalcı ve millici bir yaklaşım doğrultusunda cumhuriyetin diğer ilkeleriyle kucaklaştırılarak ortaya çağdaş anlamda bir büyük devlet, var olan bölgesel koşulların dayatmış olduğu jeopolitik dengelere dikkat edilerek kurulmuştur. Dünyanın jeopolitik merkezinde yer alan bir ülke olarak bölgesel özellikler ciddi boyutlarda incelenerek ulusal siyasal sentez için çaba gösterilmiştir. Asya’nın doğusundan Avrupa’nın batısına kadar uzanan büyük kıtalar arası birlik, merkezde yer alarak bir doğu-batı sentezini öne çıkaran yeni yaklaşımın doğal hedefi haline gelmiştir. Avrupa’dan Asya’ya doğru bir açılım yapıldığı zaman batının özgürlükçü demokratik ülkelerinden başlayarak doğunun otoriter ve baskıcı yaklaşımlarına doğru kaymalar gösteren birçok devlet yapılanması, zaman içinde Asya ve Avrupa kıtalarında yer almış bulunan değişik devletler aracılığı ile öne çıkarılmıştır. Bu gibi özel durumlar hem devletlerin kuruluş aşamasında ya da daha sonraki dönemlerde anayasa ve yasal alanlarda yeni düzenlemelerin uygulama alanına getirilmesiyle birlikte devletler aradan geçen zaman dilimlerinin getirdiği yıpranma, yıkılma, eskime ve çöküş olumsuzluklarının önlenebilmesiyle rejimler devam eder.
Türkiye Cumhuriyeti devleti bugün gelinmiş olan bölgeselleşme sürecinin doğal uzantısı olarak kendi statüsünü yenileyebilmenin arayışları içine girdiği için daha önceki dönemlerde Avrupa-Asya ve Afrika gibi üç büyük kıtanın kesişme noktası olan merkezi coğrafya, bugün gelinen yeni bölgeselleşme sürecinde Türkiye ve komşularının sınır beraberliği içinde yer aldıkları bir orta dünya birlikteliğinin, yavaş yavaş siyasal gündeme getirilmesinin hedef coğrafyası konumuna getirilmiştir. Merkezi coğrafyanın kıtasal değil de bölgesel olarak belirlenmesi ile Asya-Avrupa-ya da Afrika kıtalarının adı kaynak olarak alınmamakta ama Orta Doğu, batı Asya, doğu Avrupa, Kuzey Asya ya da Güney Avrupa gibi yönlenmeler ile yerleri tespit edilmekte olan yeni dünya haritasının içinde yer aldığı bir yepyeni bir küreselleşme düzeninden gelen değerlendirmeler de bazen öne çıkabilmektedir. Bugün içinde bulunulan zaman diliminde, Orta Doğu bölgesinin merkezi coğrafya olarak öne çıkmasıyla birlikte ve merkezi coğrafya da yer alan eski Osmanlı ülkelerinin bir araya gelmesiyle yeni bir Osmanlı Hinterlandının öne çıktığı görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti eski Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı Hinterlandı olarak tarihteki yerini alan bu bölgede, devlet yapısının dışarıdan müdahaleler ile zorlanmaya başladığı anlaşılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin kurulmasıyla birlikte geride kalmış olan Osmanlı imparatorluğu devletinin yeniden Osmanlı toprakları üzerinde devreye girmesi gibi bir durum, Misakı Milli sınırları içinde kabul edilmektedir. Merkezi coğrafyada yer alan, bu bölgenin merkezi devletlerinin bir bölgesel yapılanma içine girmesiyle birlikte, bugünkü ulus devletten vazgeçilerek yeniden bir sultanlık ya da imparatorluk devletine doğru siyasal bir yönelme konjonktürünün içine girilmektedir. Eski Osmanlı toprakları yeni dönemde tekrar Osmanlı eyaletleri üzerinden Hinterland devleti olarak düzenlenmek istenirken, Misakı Milli sınırları içinde var olan Osmanlı damgası merkezi bölge üzerine tekrar Orta Çağ ve sonrası dönemlerde olduğu gibi getirilmektedir.
Orta Doğu bölgesine bugünkü yapılanmadan çok daha farklı bir yeni anayasa var olan devletlerin üzerinde bir yasal düzenleme ile getirilirken, Lozan’da bir antlaşma ile kabul edilmiş olan Osmanlı toprakları üzerindeki devlet yapılarının da devre dışı bırakılarak, geleceğin Orta Doğu’sunda şimdiden gelecekteki bölgesel yeni devletin sınırları, ülke alanı, var olan ulus devletlerin parçalanışı, başkentler ile normal şehirler arasındaki bağlar ve ilişki düzenlerinin şimdiden konuşulmaya başlanması, başta Türkiye Cumhuriyeti olarak diğer komşu bölge devletlerinin geleceğini yok ederek, onların dışa bağımlı bir büyük bölge devleti üzerinden uzaktan kumandalı bir elektronik düzen ile yeni devletin yapılandırılması sırasında, devletin yeni dönemde alacağı biçimler ve bunlar ile ilgili yasal kurallar ve kamusal alan düzenlemeleri gelecekte bir bölgesel federasyon devleti ile çözülmek istenmesi nedeniyle, önümüzdeki dönemde tıpkı ABD gibi( Amerikan Birleşik Devletleri )ne benzer bir biçimde(Orta Doğu Birleşik Devletleri ) Osmanlı Hinterlandı alanlarında bölgesel savaş ve de yeni bir Siyonist yapılanma emperyalist baskı ve zorlamalar aracılığı, merkezi alan devletlerine zorla dışarıdan dayatılmaktadır. Bir dinin içinden çıkarak bütün dünyayı, kendi imparatorluğuna çevirmek isteyen Büyük İsrail Projesi, Osmanlı ülkesini kendi merkezi ülkesi haline getirirken, Orta Doğu Birleşik Devletleri diğer Asya ve Avrupa ülkelerini de içine alarak küresel bir imparatorluk oluşturma hedefi ile beş büyük kıta üzerinde imparatorluk sınırlarını genişleteceğini, daha şimdiden basın-yayın organları aracılığı ile dile getirmektedir. Geleceğin dünya devleti siyonist devlet olacak ve her devlet buna uyacaktır.
Suriye devletinin çökertilmesiyle başlayan yeni dönemde etnik ve dinsel çatışmalara son verileceği açıklamaları sonrasında, insanlığın ihtiyaç duyduğu din ve toplumsal barış ilişkilerinin de düzeltileceği, bölge devletleri ve onların üzerindeki yabancı emperyalistlerin baskıları devam ettikçe merkezi coğrafya da büyük bir bölge devleti üzerinden bölge devletlerinin birleşmesi ile meydana gelebilecek küresel hegemonya yapılanması, ABD’nin Büyük Orta Doğu ya da İsrail’in Büyük İsrail ve de İngiltere’nin Büyük Yakındoğu hakkındaki plan ve projeleri ile dünyanın en merkezi toprakları üzerinde yeniden bir küresel emperyalizm dayatması yeniden gündeme getirilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı topraklarında kurulmuş olan merkezi devletlerin yüz yıl sonra yeniden bölgesel yapılanma ile karşı karşıya gelmesi yeniden savaş, çatışma ve kaos başlığı altında birçok karışık ortamları öne çıkarmıştır. Üç yüz milyon Arap birleşik bir Arap devleti çatısı altında toplanamazken, bir avuç siyonist ya da emperyalist insanlığın başına her yerde sorun çıkarmakta, sıcak çatışmalar aracılığı ile sürekli olarak insanların başlarını derde sokmaktadır. Böylesine tersine çalışan bir mekanizma içinde çatışma ve karışıklık senaryolarının önlenmesi istenmekte ama, uluslararası kaos yaratıcıları gene her yerde öne geçerek, mazlum milletlerin geleceğini yok etmek için saldırgan kitleleri ezme ve yok etme senaryolarını hemen devreye sokmaktadırlar. Başta ABD olmak üzere bütün emperyalist devletler Orta Doğu sorunlarına müdahale yapmaya yönelirken aslında savaşa gitmektedirler.
Orta Doğu ülkelerinde birbiri ardı sıra bombalar patlatılırken, batıdan gelen bütün emperyalist ve siyonist örgütler açıktan bütün dünyayı bir üçüncü dünya savaşına doğru yönelen küresel emperyalist güçler, dış müdahaleler ile dünyanın merkezini kendi kontrolleri altına alırken, yeni bir dünya barışı için hem yeni bir Birleşmiş Milletler hem de uluslararası ekonomik kuruluşların yenilenmesi için küresel bir yeni yapılanma girişimi acilen tamamlanmalıdır. Başta Birleşmiş Milletler örgütünün harekete geçmesi ve diğer uluslararası kuruluşların da birlikte hareket etmesiyle, ulus devletlere dayanan uluslararası sistemin yeniden güçlendirilmesi sağlanmalıdır. Uluslararası kuruluşların yeniden güçlü bir biçimde öne çıkmasıyla birlikte, var olan ulus devletlere sahip çıkılarak geleceğin dünyasında ulus devletler ve ulusal toplumlar varlıklarını geleceğe doğru güvence altına almak için yeniden güçlü bir devleti yepyeni anayasa ve yasalar aracılığı ile kazanmak isteyeceklerdir. Bu doğrultuda harekete geçen bazı politik çevrelerin yeni anayasa isteyerek her türlü sorunları çözebileceklerini ifade etmekte ama emperyalist ya da siyonist müdahaleler nedeniyle bu gibi isteklerini gerçekleştirmekte ve kazanılmış haklarına sahip çıkmakta zorlanmaktadırlar. Uluslararası alandaki kuruluşların dünya barışını desteklemeleriyle, uluslararası hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması öncelikli biçimlerde gerçekleştirilmektedir. Emperyalistler seçimsiz ve muhalefetsiz bir otoriter rejim uğruna yeni kurucu bir parantez açılabileceğini empoze eden işbirlikçi siyasal kadroların dış destekler ile, demokratik rejimleri kaos ortamlarına doğru sürükleyebildikleri açıkça görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kurucu önder Atatürk’ün yolunda ilerlerken, Atatürk ilke ve kurallarının sonuna kadar korunmaları gerekmektedir. Yaşamın sürekli gelişmesi ve ilerlemesini dikkate alarak, Atatürk ilke ve devrimlerinin her zaman Türkiye Cumhuriyeti anayasası içinde korunmalıdır. Türkiye’nin Atatürk’ten gelen bir anayasası vardır. Ama son yıllarda yıkılan hukuk düzeninin onarılması için anayasadan önce acilen bir idari reform ve hukuk devleti örgütlenmesi sağlanmalıdır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN