Haberlerde Göle Maya Çalmak Ve de Allah Kimseyi bilhassa Türkiye’deki siyasetçileri Omega 3’süz bırakmasın…
Umudun, Mizahın ve Toplumsal Eleştirinin Buluştuğu Nokta önce biraz açıklama analitik düşünmeyenlere yönelik…
"Göle maya çalmak" Türkçede sıkça kullanılan, derin anlamlar barındıran bir deyimdir. Bu deyim, umut etmek, umutsuz görünen bir girişimde bulunmak ya da imkânsızı denemek anlamına gelir. Benim Yazdığım bu köşe yazımda geçen “Bizim dualarımız tutarsa; Allah Kimseyi bilhassa Türkiye’deki siyasetçileri Omega 3’süz bırakmasın…” ifadesi ise mizahın, toplumsal eleştirinin ve iyi dileklerin iç içe geçtiği özgün bir anlatım örneğidir. Bu yazının içeriğindeki metaforları, mizah ögelerini, toplumsal göndermeleri ve umudun dildeki yansımalarını ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.
Göle maya çalmak deyimi, ilk bakışta absürt bir eylemi çağrıştırır: Gölün devasa su kütlesine birkaç kaşık maya dökerek yoğurt olmasını beklemek. Tabii ki gölün yoğurda dönüşmesi olanak dışıdır, ancak bu deyim; imkânsızı denemek, eldekiyle yetinmeyip büyük hayallerin peşinden gitmek ya da her şeye rağmen umut etmek anlamında kullanılır. Aynı zamanda, toplumsal olarak bir şeylerin değişmesi için atılan küçük adımların ironik bir sembolüdür.
Kimi zaman “Denemekten zarar gelmez,” kimi zaman da “Olmayacak duaya amin demek” anlamında kullanılır. Bu deyim, toplumda çaresizliğe ve belirsizliğe karşı mizahi bir direniş biçimi olarak da kendini gösterir.
Yazımın ikinci cümlesi “Bizim dualarımız tutarsa; Allah Kimseyi bilhassa Türkiye’deki siyasetçileri Omega 3’süz bırakmasın…” hem mizah hem de toplumsal eleştiriyi barındırır. Burada dua, bir umudu, bir iyi dileği ve aynı zamanda bir ironiyi temsil eder.
Toplumda sıkça, zor ve çözümsüz görünen konular için “Dua edelim, belki olur” yaklaşımına rastlanır. Ben burada hem kendimi hem de çevremdeki konuştuğum kişileri kapsayan bir “biz” öznesiyle herkesin ortak duygularını vermeye çalışıyorum. Ancak, duanın odak noktasına “Türkiye’deki siyasetçiler”in Omega 3’ten mahrum kalmamasını koymak, alışılmışın dışında bir mizah anlayışı gibi görmenizde mümkün. Ben öncü olayımda gerisini siz getirin…
Omega 3, özellikle beyin gelişimi ve sağlıklı düşünme ile ilişkilendirildiğinden, siyasetçilerin Omega 3’süz kalmamasını dilemek aslında zekâ, mantık ve sağduyuya bir göndermedir. Buradaki niyet, doğrudan bir hakaretten ziyade, mizahi bir üslupla siyasetçilerin daha sağlıklı kararlar vermesini istemektir.
Omega 3’ün balıktan ve çeşitli deniz ürünlerinden elde edildiği düşünülürse, “göle maya çalmak” eylemiyle de ortak bir deniz/göl teması yakalanır. Aynı zamanda, Omega 3’ün sağlığa faydası üzerine yapılan vurguyla, siyasetçiler üzerinden genel bir toplumsal eleştiri mizahi bir dille aktardım.
Türk toplumu, tarih boyunca mizahı bir başa çıkma aracı olarak kullanmıştır. Eee, bende bir Türk olarak yazıyorum yanlış anlamayın; Karagöz ve Hacivat’tan günümüz stand-up gösterilerine, Nasrettin Hoca’dan sosyal medya mizahına kadar uzanan geniş bir yelpazede, toplumsal sorunlar, siyaset, ekonomi ve gündelik yaşam sıkça alaya alınır. Mizah, sorunlara doğrudan yaklaşamadığımızda kullandığımız bir arabulucu, bir psikolojik savunma mekanizmasıdır.
Benimde yazımda tam burada, geleneksel Türk mizahının temel taşlarına yaslanır: absürt bir beklenti, ironik bir iyi dilek ve topluma dair ince bir dokundurma.
Bir gölün yoğurt olmasını istemekle bir ülkede siyasetçilerin her zaman sağduyulu, vizyoner ve mantıklı kararlar vermesini dilemek arasında aslında büyük bir benzerlik vardır. Her ikisi de toplumsal beklentilerin çoğunlukla gerçeklerle çatıştığı, umut ile gerçeklik arasında gidip gelen bir ruh halini yansıtır.
Mizahi bakış açısı, toplumsal sorunları gülümseyerek tartışma imkânı sunar. Bu Yazıda da vermek istediğim mesajda, siyaset kurumuna yönelik eleştiriler doğrudan ve yıkıcı olmaktan uzak; aksine, iyi dilek kisvesi altında hafif ve zekice bir şekilde aktarılmıştır. Bu, Türk mizahının en karakteristik özelliklerinden biridir: En sert eleştiriler bile gülümseterek, düşündürerek yapılır.
Modern dünyada, özellikle Türkiye gibi siyasi ve ekonomik belirsizliklerin sıkça yaşandığı toplumlarda, “göle maya çalmak” deyimi çokça başvurulan bir ifade olmuştur. İnsanlar bazen umutsuzca bir şeylerin değişmesini ister, olmadık hayaller kurar ve bu hayallerin peşinden gitmeyi de bir tür cesaret göstergesi sayarlar.
Bir göle maya çalmak nasıl ki gerçekçi bir beklenti değilse, toplumsal düzenin bir anda değişmesini, siyasetçilerin bir gecede mükemmel kararlar almasını beklemek de benzer şekilde hayalcilik olarak yorumlanabilir. Yine de, toplumların ilerlemesini sağlayan da çoğu zaman bu hayalciliktir; çünkü en büyük değişimler, önce imkânsızı denemekle başlar.
Her mizahi yaklaşımda olduğu gibi, burada da kullanılan ironi ve mizahın bir sınırı vardır. Kimseyi doğrudan hedef almadan, toplumsal bir mesaj vermek mizahın etik sınırları içindedir. Metindeki Omega 3 göndermesi, siyasetçilerin karar mekanizmalarının daha sağlıklı işlemesi için iyi bir temenni olarak okunabilir.
Bu tür ifadeler, toplumsal diyalogda empatiyi artırır, öfkeyi azaltır ve sorunlara farklı açılardan bakmayı teşvik eder. Mizah, eleştirinin yıkıcı değil yapıcı biçimde aktarılmasını sağlar.
Göle maya çalmak ifadesiyle başlayan, Omega 3’süz siyasetçi kalmasın dualarıyla süslenen bu yazdığım yazı; Türkçenin zengin mizah geleneğini, toplumsal eleştirinin incelikli yollarını ve umut ile gerçeklik arasındaki o ince çizgiyi birleştirmeye çalıştım. Bazen olmayacağı baştan belli bir girişimi dahi denemek, bir toplumun hayal gücünü ve cesaretini yitirmediğinin göstergesidir.
Saygın okurlarım,
Habere geçmeden şunda belirteyim, umudunuzu kaybetmeyin, her karanlığın bir aydınlığı olur… Maksat o aydınlığı bulmaya çalışmamızdır, pes etmeden ileriye bakmamız en önemli faktördür; Evet, mizahın ve umudun olduğu yerde her zaman bir çıkış yolu vardır. “Göl maya tutar mı?” sorusu ise, cevabını belki de asıl olarak toplumun hayal gücünde ve mizahın şifasında bulur. Kim bilir, belki bir gün göl yoğurt olur, siyasetçiler de Omega 3’süz kalmaz. Ama en azından denemekten ve umut etmekten zarar gelmez.
Omega 3’süz Bahçeler ve Suriye Uyarıları Üzerine Mizahi Bir Yorum
Hayal Gücüyle Sulanan Toplumsal Eleştiriler
Omega 3’süz kalan, kurumaya yüz tutmuş bir bahçenin komisyonun adını alması, tam da Türk mizahının absürt ve ironik damarına yakışır bir tablo yaratıyor. Çünkü hayal gücüyle sulanmayan, umutla beslenmeyen her bahçe gibi, siyaset de zaman zaman Omega 3’süz kalmaya mahkûm olabiliyor. Bahçeli’nin bahsettiği kurum, ismiyle bile toplumsal hafızada bir tebessüm bırakırken, içerdiği mesaj ise çok daha derin: Sağduyu ve taze fikirlere duyulan ihtiyaç, kurumlara bile isim olarak yansıyor.
Bu “kurum” isminin yanında bir de Suriye konusunda yapılan uyarıların eklenmesi, ironinin dozunu artırıyor. Omega 3’süz bir bahçede nasıl ki verim beklemek zorsa, sağduyu ve araştırmaya aç bir komisyonun Suriye gibi zorlu bir gündemde ne kadar etkili olabileceği sorusu da akla geliyor. Belki de burada, toplumsal sorunlara mizah penceresinden bakmanın avantajı devreye giriyor: Gerçekler bazen acı olabilir ama mizahla yumuşatılmış her eleştiri, toplumsal diyaloğu güçlendirir.
Bir bahçenin Omega 3’süz kalması, aslında toplumsal yaratıcılığın ve sorgulayıcı düşüncenin eksikliğini temsil ediyor. Komisyonun adında bile bir kuraklık, bir besinsizlik varsa, alınan kararların da göl yoğurt tutar mı umuduyla beklendiğini görebiliyoruz. Suriye’ye dair yapılan uyarılar ise, bu hayalci tutumun gerçeklerle sınandığı noktayı işaret ediyor: Kimi zaman en ciddi meselelerde bile umut ile gerçeklik arasında gidip geliyoruz.
Sonuçta, Omega 3’süz kalan bahçeler de, siyasetçiler de, komisyonlar da toplumun birer yansıması. Onları sulayacak olan ise mizah, hayal gücü ve sağduyu. Belki de bir gün Omega 3’süz bahçeler yemyeşil olur, komisyonlar aradığı vizyona kavuşur ve Suriye meselesinde de sağduyu galip gelir. Her şey biraz umuda, biraz mizaha ve bolca denemeye bağlı.
Kim bilir, belki bir gün göl yoğurt tutar, bahçeler Omega 3’ye kavuşur, siyasetçiler sağduyulu uyarıları dikkate alır. Biz yine de mizahı ve umudu eksik etmeyelim; çünkü en kurumuş bahçelerin bile bir gün yeşerme ihtimali vardır.
TBMM Komisyonu Adı Hakkında Gelişmeler
Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu İsmi ve Siyasi Partilerin Talepleri
Manipülasyon Veya aynı şekilde kara propaganda aşmasında , Devlet Bahçeli'nin TBMM'de yarın resmen faaliyetlerine başlayacak olan komisyona "Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu" adının verdiği haberlere yansıdı algılama olarak güncel olan bu bilgi verildi. Benzer şekilde, CHP ve DEM Parti'nin komisyonun isminde "demokrasi" kelimesinin geçmesine yönelik özel bir açıklamada bu haberlerde verildi…
Siyasi partiler, TBMM'de kurulan ya da kurulacak komisyonların isten imleri ve görev tanımları üzerinde zaman zaman görüş ve öneriler sunabilmektedir. Ancak mevcut kaynaklara ve kamuoyuna yansıyan açıklamalara bakıldığında, söz konusu komisyonun adıyla veya içeriğiyle ilgili Manipülasyon haberlerinde gündemde.
Devletler ve Terörist Gruplarla Müzakere: Tarihten Bir Sorgulama
Aslında gündeme yansıyan komisyon isimleri ve bunlara dair tartışmalar, toplumsal ayrışmanın mizahi bir yansımasından çok daha fazlası; siyasetçilerin de tıpkı Omega 3’süz bahçeler gibi besine, yani sağduyuya, kapsayıcı bir vizyona ve taze fikirlere ne kadar ihtiyaç duyduğunu ortaya koyuyor. “Milli Birlik ve Dayanışma” gibi iddialı isimler ile “Demokrasi” vurgusunun haberlerde manipülasyona konu edilmesi, kamuoyunda kafa karışıklığı yaratırken, ironik nokta şu ki, asıl ihtiyaç duyulan şeyin isimlerden çok içeriğe, semboller yerine ilkelere odaklanmak olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.
Toplumun farklı kesimlerinin ve siyasi aktörlerin, sembolik tartışmalar ve isim polemiklerinden fazlasına, yani Omega 3 misali zihin ve ruh sağlığını güçlendirecek bir siyasal beslenmeye ihtiyacı var. Çünkü, bölünmüş ve kutuplaşmış bir toplumda, atılan her adım, seçilen her kelime büyük bir hassasiyet barındırıyor; bu hassasiyet eksik beslenmeyle birleşince, toplumsal diyaloğun kurumaya yüz tutması kaçınılmaz oluyor.
Özetle, haberlerdeki komisyon adı tartışmaları ve “demokrasi” vurgusu etrafındaki spekülasyonlar, toplumsal gerçekliklerimizi mizahın merceğinden yeniden düşünmeye davet ediyor. Belki de en çok ihtiyacımız olan şey, siyasetçilerimizin ve toplumun Omega 3’sünü, yani sağduyu, yaratıcılık ve ortak aklı yeniden keşfetmesi. Ancak o zaman, göl yoğurt tutmasa bile, en azından kurumaya yüz tutmuş bahçelere birkaç yeşil filiz bırakmak mümkün olabilir.
Parlamentolar, Komisyonlar ve Müzakere Süreçleri Üzerine Analitik Bir Yaklaşım
Tarihte, devletlerin terörist veya silahlı muhalif olarak tanımlanan gruplarla doğrudan ya da dolaylı müzakere yürüttüğü örnekler çok azda olsa mevcuttur. Fakat Türkiye gibi çıkar için komisyon kurulduğu ilk defa görülüyor… Ancak, bu tür müzakerelerin yasal zemine oturtulması, yani meclis çatısı altında komisyon kurulup yasallaştırılması çok az rastlanan, hassas ve tartışmalı bir süreçtir.
Dünya Tarihinden Örnekler
- Birleşik Krallık ve IRA: İngiltere, Kuzey İrlanda sorununda IRA ile uzun yıllar doğrudan ve dolaylı temaslarda bulunmuş, barış süreci sonunda "Good Friday Agreement" (Hayırlı Cuma Anlaşması) imzalanmıştır. Bu süreçte, müzakereler gizli ve çok taraflı yürütülmüş, parlamentoya resmen komisyon kurulması gündeme gelmemiştir. Ancak barış anlaşmasını yasalaştırmak için meclis onayı alınmıştır.
- İspanya ve ETA: İspanya, ayrılıkçı ETA örgütüyle zaman zaman müzakere kanallarını açık tutmuş, sivil toplum ve arabulucular aracılığıyla görüşmeler yürütmüştür; fakat meclis içinde yasa yapmak veya komisyon kurmak gibi bir süreç resmiyet kazanmamıştır.
- Kolombiya ve FARC: Kolombiya devleti, FARC ile resmi barış görüşmeleri yürütmüş, anlaşma sağlandıktan sonra barışın uygulanabilmesi için çeşitli yasalar ve komisyonlar oluşturmuştur. Ancak, bu adımlar genellikle müzakerelerden sonra, barış için gerekli dönüştürücü adımları hayata geçirmek amacıyla atılmıştır.
Parlamento ve Komisyonların Rolü
Parlamento komisyonları genellikle barış sürecinin siyasi ve hukuki altyapısını oluşturmak, toplumsal uzlaşıyı sağlamak ve ilgili yasaları hazırlamak için kurulur. Ancak, bir ülkenin parlamentosunda, terörist odaklarla müzakere etmek amacıyla doğrudan bir komisyon kurulması nadiren görülür; bu tür süreçler çoğunlukla yürütmenin ve gizli diplomasinin alanında kalır.
Değerlendirme
Her ülkenin bu tür krizlere yaklaşımı tarihsel, toplumsal ve siyasal dinamiklere göre değişir. Barış süreçleri genellikle büyük hassasiyet ve gizlilik gerektirir. Müzakere edilen tarafların niteliği ve toplumsal desteği, parlamentolardaki yasal düzenlemelerin zamanını ve şeklini belirler. Kamuoyunda açıkça terörist olarak tanımlanan gruplarla yapılan görüşmeler çoğunlukla gizli gerçekleşir, ancak kalıcı bir barışa ulaşılması halinde, gelecekteki düzenlemeler için parlamentolar devreye girer.
Doğrudan terörist gruplarla müzakere için resmi bir parlamento komisyonu kurulması tarihsel olarak oldukça nadirdir; ancak, barışın sağlanması ve toplumsal yaraların sarılması için yasama organları, sürecin ilerleyen aşamalarında aktif rol alabilir.
Sonuçta, karmaşık ve hassas süreçlerin yönetildiği böylesi konularda sağduyu, soğukkanlılık ve ileri görüşlülüğün ne kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Bilmiyorum anlatabildim mi ama şaka bir yana, tüm siyasetçilerimizin biraz Omega 3 takviyesine ciddi şekilde ihtiyacı var gibi görünüyor; zihin açıklığı ve karar mekanizmalarının sağlığı için bu ek destek belki de müzakere masasında en az yasal düzenlemeler kadar önemli!
Bu gelişmeler ışığında, Omega 3 eksikliği belirlenen Devlet Bahçeli'nin komisyona yönelik isim önerisi ve İYİ Parti'ye yönelik eleştirilerinin temelinde, barış süreçlerinde parlamentonun rolü, siyasi partilerin bu tür oluşumlara katılımı ve kamuoyundaki algı yatıyor. Bahçeli, mecliste kurulacak olan ve PKK'nın silah bırakma sürecine dair yasal düzenlemeleri görüşecek komisyonun adının "Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu" olmasını savunarak, komisyonun terörün sonlandırılması ve toplumsal uzlaşıya katkı sunacağı mesajını ön plana çıkarıyor.
Öte yandan, İYİ Parti'nin komisyona üye vermemesi ve yapılan eleştiriler karşısında sergilediği sert tutum, parti olarak sürece dair çekincelerinin ve meşruiyet tartışmalarının bir göstergesi. Bahçeli ise, bu tutumu yapıcı bulmayıp, hem sürecin ciddiyetine hem de ulusal birlik ve bütünlüğe zarar verebileceği düşüncesiyle eleştiriyor. Dolayısıyla, siyasi partiler arasında komisyonun amacı, yöntemi ve meşruiyeti üzerine derin görüş ayrılıkları ortaya çıkıyor; taraflar kendi siyasi pozisyonlarını ve toplumsal desteği göz önünde bulundurmadan Omega 3’süz tavır alıyor. Buda oyun oynandığını gösteriyor…
Bu bağlamda, Omega 3 eksikliği mizahi bir dille siyasetin sağduyuyla yürütülmesi gereğini anlatmak için kullanılırken, Bahçeli'nin komisyona verdiği isim önerisi tartışmaların odağı oldu. Bahçeli, kamuoyunda "Terörsüz Türkiye Komisyonu" olarak anılan yapıya gelen yoğun eleştiriler üzerine, yapının adının "Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu" olması gerektiğini belirtti. Bu isimle, hem birlik ve beraberlik vurgusu yapmayı hem de toplumsal uzlaşıya katkı sunmayı amaçladığını vurguladı. Muhalefet partilerinden gelen tepkiler ise bu yeni isimlendirmenin arka planında yatan siyasi hesaplaşmalar ve meşruiyet tartışmalarıyla daha da alevlendi.
Bahçeli'nin "Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu" İsmini Kullanma İhtiyacı: Siyasi ve Toplumsal Arka Plan
Türkiye'nin Barış Sürecinde Komisyonların İsimlendirilmesindeki Sembolik ve Stratejik Anlamlar
Türkiye’de siyasi tartışmaların merkezinde yer alan barış süreçleri, yalnızca yasal ve idari değil, sembolik düzeyde de önemli mücadele alanları yaratır. Son dönemde kamuoyunda “Terörsüz Türkiye Komisyonu” olarak bilinen, PKK’nın silah bırakma sürecine dair yasal düzenlemeleri görüşecek olan meclis komisyonunun adı, tam da bu sembolik düzlemin en belirgin örneklerinden biri olarak öne çıkıyor. Özellikle Devlet Bahçeli'nin bu komisyonun adının "Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu" olması konusundaki ısrarı, hem siyasi strateji hem de toplumsal algı açısından geniş bir arka plana sahiptir.
Komisyonun İsimlendirilmesinin Arka Planı
Demokratik parlamenter süreçlerde, bir komisyonun adı çoğu zaman teknik gibi görünse de, aslında siyasi duruşların, niyetlerin ve toplumsal mesajların kristalize olduğu bir meydan okumadır. “Terörsüz Türkiye Komisyonu” adı, teknik düzeyde barış ve terörün sonlandırılması hedefini işaret ederken, muhalefet partileri tarafından bu ismin arka planında, terörle müzakerenin meşrulaştırılması ve toplumsal uzlaşı adı altında siyasi hesaplaşmalar yaşandığı yönünde ciddi eleştiriler getirilmiştir.
Siyasal partiler, böyle hassas süreçlerde, yalnızca işin özüne değil, sürecin kamuoyunda nasıl algılandığına da büyük önem verirler. Kamuoyunun ve özellikle siyasi tabanlarının tepkisini gözeterek, sembollere ve isimlendirmelere odaklanırlar. Bu noktada Bahçeli'nin, komisyonda görev alacak partisi MHP'nin ve komisyonun amaçlarının toplumda yanlış anlaşılmasını önlemek için isim değişikliğine yöneldiği görülmektedir.
Mizah bile olsa gerçek gerçektir Günah çıkaran medya şu şekilde bahçelini günah çıkardığını algılatıyor; Bahçeli'nin İsim Önerisinin Politik Gerekçeleri
Bahçeli'nin "Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu" ismini ön plana çıkarmasının toplumu ne düşündüğünü düşünmeden Omega 3 eksikliği nedeni ile ve kendi çıkarını için birkaç temel günah çıkarma olarak gördüğümüz göstermelik nedeni vardır:
Unuttuğu şey Toplumu kutuplaştırmaya götüren kendisi ve büyük ortağı olduğunu unuttu ve de işte günah böyle çıkarılıyor, Birlik ve Bütünlük Vurgusu:
- “Milli Birlik ve Dayanışma” ifadesi, toplumsal kutuplaşmayı azaltmaya, komisyonun yalnızca terörle mücadeleye değil, toplumun tüm kesimlerinin barışa dahil edilmesine hizmet ettiğini göstermeye yöneliktir. Bahçeli, bu seçimiyle yapının yalnızca terörle mücadele değil, ulusal dayanışma ve uzlaşıya dönük olduğunu vurgulamak istemektedir.
Kendisi ve büyük ortağı defalarca TBMM onurunu ayaklara altına aldığını ve Katil Terörist başı ile müzakere etmek için meclise davetini unutarak, sözde Siyasi Meşruiyet ve Meclis Onuru koruyacakmış:
- “Terörsüz Türkiye” gibi doğrudan terörü referans alan bir isim, muhalefet tarafından komisyonun gayrimeşru bir sürecin aracı olduğu gerekçesiyle eleştirilmektedir. Bahçeli ise, toplumsal barışın, devletin ve milletin ortak aklıyla sağlanacağı mesajını güçlendirmek istemiştir. Bu, MHP’nin meşruiyet zemini oluşturma çabasıdır.
Algı ve kara propaganda yapmayı meslek haline getiren Şeytani varlık sözde Toplumsal Algı ve Meşruiyet konusunda da günah çıkardı Şöyle ki:
- Adlandırmanın toplumsal algı üzerindeki etkisi yadsınamaz. “Milli Birlik ve Dayanışma” ismi, süreçte yer alan tüm partilerin, hatta muhalif tabanların bile kendini özdeşleştirebileceği, daha kapsayıcı bir çerçeve sunar. Bu da özellikle kamuoyunda terörle mücadeleye dair hassasiyetlerin yüksek olduğu bir dönemde, siyasi tartışmaların sönümlenmesine zemin hazırlayabilir.
Her ortamda yaptığı gibi koltuğunda kalmak için Muhalefete Karşı Siyasi Hamle olaraktan bu günah çıkarma olgusu oldu:
- Bahçeli, İYİ Parti’nin komisyona üye vermemesi ve sert eleştirileri karşısında, hem partisini hem de komisyonu “ulusal birlik” söylemiyle savunarak, muhalefetin tavrını toplumsal olarak izole etmeyi hedeflemiştir. Böylece, komisyondan uzak duran muhalefet partileri, toplumsal barışın karşısında konumlanan yapılar olarak gösterilmeye çalışılmıştır.
İsim Değişikliğinin Toplumsal ve Siyasal Anlamı
Bir siyasi yapının veya komisyonun ismi, yalnızca teknik veya idari bir işlev görmez; kimlik, niyet ve vizyon bildirgesidir. “Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu” adı, milletin ortak menfaatlerini ve bütünlüğünü merkeze alırken, siyasi rakipleri tartışmanın dışında bırakmayı da amaçlamaktadır. Bu isim tercihinin, özellikle kamuoyunda “Terörsüz Türkiye” gibi doğrudan ve tartışmalı bir kavram üzerinden yürütülen polemikleri yumuşatması beklenmiştir.
Sürecin ciddi ve hassas doğası içinde, siyasetçilerin kişisel kaprislerinden uzak, toplumsal menfaatleri ön plana alan bir tutum geliştirmesi gerektiği vurgulanmıştır.
İsimlendirme Üzerinden Siyasi Rekabet ve Meşruiyet Tartışmaları
Mecliste komisyonun adı üzerinden yaşanan tartışmalar, partilerin barış süreçlerine yaklaşımındaki temel farklılıkları da gözler önüne sermektedir. İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu'nun açıklamalarında da görüldüğü üzere, muhalefet partisi komisyonun kuruluşunu ve adını, terörle müzakerenin meşrulaştırılması ve cumhuriyet değerlerinden taviz verilmesi olarak değerlendirmiştir. Dervişoğlu’nun “Cumhuriyetin tasfiyesi” ve “ganimet olarak yağmalama” ifadeleri, sürece olan derin güvensizlik ve meşruiyet tartışmasının boyutlarını ortaya koymaktadır.
Bahçeli ise, böylesi hassas ve tartışmalı bir alanda, süreci “Milli Birlik ve Dayanışma” söylemiyle çerçevelemenin, hem siyasi olarak güç birliği mesajı vereceğini, hem de partisini toplumsal barışın savunucusu konumuna yerleştireceğini düşünmektedir.
Toplumsal Uzlaşı ve İsim Siyaseti
Türkiye’de barış süreçlerinin toplumsal desteğe sahip olması, mecliste atılacak adımların meşruiyetini güçlendiren en önemli unsurlardan biridir. Komisyonun adının “Milli Birlik ve Dayanışma” olarak belirlenmesi, yalnızca MHP'nin değil, tüm toplumsal kesimlerin sürece dair kaygılarını hafifletmeyi amaçlar. Bu isim, terörle mücadelede yalnızca askeri ve güvenlik odaklı değil, siyasal ve toplumsal bir uzlaşının da peşinde olunduğu mesajını verir.
Öte yandan, isimlendirme üzerinden gelişen bu siyasi rekabet, Türkiye siyasetinde sembollerin ve kelimelerin ne kadar önemli bir mücadele alanı olduğunu bir kez daha gösteriyor. Her bir isim önerisi, aslında bir siyasi pozisyonun, bir toplumsal tahayyülün ve bir meşruiyet inşasının yansıması oluyor.
İsimler, Siyaset ve Toplumsal Hafıza
Bahçeli’nin “Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu” önerisi, hem hükümetin hem de meclisin, toplumsal uzlaşı, barış ve birlik mesajını güçlendirme arzusu kadar, siyasi rakiplerini semboller üzerinden sıkıştırma stratejisinin bir parçası olarak da okunabilir. Komisyonun adı, bir yandan toplumun tüm kesimlerinin katılımına açık, kucaklayıcı ve birleştirici bir dil sunarken, diğer yandan muhalefetin eleştirilerine karşı savunma mekanizması olarak öne çıkarılıyor.
Omega 3 eksikliği gibi mizahi göndermelerle süslenen bu siyasi tartışmalar, Türkiye’de siyaset dilinin yalnızca ciddi değil, aynı zamanda ironik ve eleştirel bir düzleme de sahip olabildiğini gösteriyor. Nihayetinde, komisyonun gerçek işlevi ve başarısı, adı kadar, toplumsal barışı sağlayacak samimi, şeffaf ve katılımcı politikalara bağlı olacaktır.
Türkiye’nin yakın tarihine bakıldığında, isimler üzerinden yürütülen bu tartışmalar, toplumsal hafızanın şekillenmesinde ve siyasetin gelecek vizyonunda önemli bir yer tutmaktadır. Her bir isim, bir dönemin ruhunu, siyasetçilerin niyetini ve toplumun beklentilerini yansıtır. Bahçeli’nin “Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu” ısrarı da, tam bu siyasal ve toplumsal mücadelenin günümüzdeki yansımasıdır.
Bu tartışmada, Bahçeli'nin ironik bir biçimde “Omega 3 eksikliği” olması ve de muhalefetin tutumunu mizahi bir dille eleştirmem, meclis siyasetinin zaman zaman ne kadar polemikçi ve alaycı bir çehreye bürünebildiğini ortaya koydu.
Bahçeli, söylevinde “Türkiye Büyük Millet Meclisinde kurulan, bilahare partimizin dört milletvekiliyle temsil edileceği 'Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu'na katılmayan, bununla da kalmayıp asılsız, haksız ve hayasız eleştirileri sıralayan ipsiz sapsızların 'biz komisyoncu değiliz' zırvasına sığınmaları ciddiyetsiz ve değersiz bir açıklamadır” sözleriyle hem parti pozisyonunu perçinlemiş hem de siyasetteki ayrışmanın dilini derinleştirmiştir. Bu tür açıklamalar, komisyonun amacı ve işlevi etrafında dönen tartışmanın, yalnızca teknik ve yasal bir düzlemde değil, simgeler, mizah ve toplumsal hafıza üzerinden de sürdüğünü gösterir.
Trajikomik Siyaset ve Hafızanın Oyunları
Bir Dönemin Yansımaları Üzerine Mizahi Bir Değinme
Bu Siyaset sahnesinde zamanın akışı, çoğu zaman trajediyle mizahı aynı kadrajda buluşturur. Yaşımın gereği olarak şunu da belirteyim benim Omega 3 eksikliğim yok. Ve de haklı olmam veya olmamam konusundaki kararı sizler verecek siniz; "Eskileri hatırlayıp gülüyorum" dedim işte tam da bu yüzden içimize işlemiş bir alaycılıkla bu olgu karşılık buluyor. Zira Türkiye’de parti siyasetinin kulislerinde, dünün rakibi bugünün dostu, bugünün muhalifi yarının ortağı olabiliyor. Hafızanın kimi zaman seçici, kimi zaman şaşırtıcı oyunlarıyla karşı karşıya kalıyoruz.
MHP’den ayrılıp CHP saflarına yaklaşan, ardından yine başka adreslere savrulan milletvekilleri ve bu vekillerin katkısıyla grup kuran partilerin hikâyesi, siyasi hafızanın renkli sayfalarındandır. Bugün, İYİ Parti’nin yeni yönetiminin başındaki ismin, yani Müsavat Dervişoğlu’nun, komisyona dair sert ve ironi dolu sözleri, siyasi hafızanın o dalgalı denizinde bir başka kıyıya vurmuş oluyor.
Bir partinin yedek teker olduğu, başka bir partinin desteğiyle grup kurduğu dönemleri unutmadan; o günkü iş birliklerinin ve bugünkü karşı duruşların nasıl da hızla yer değiştirdiğini izliyoruz. Kimi zaman "danışıklı dövüş", kimi zaman "saf değiştirme", kimi zaman ise topluma sunulan tüm o büyük lafların ironik bir biçimde içinin boşaltılması… Haliyle, hafızamızın bize oynadığı bu tür oyunlar karşısında tebessüm etmemek elde değil.
Dervişoğlu’nun bugün kullandığı sert ve dışlayıcı ifadeler, dünkü iş birliklerini, geçici uzlaşıları, meclis aritmetiğinde bir partinin başka bir partinin desteğiyle nasıl ayakta durabildiğini hatırlayanlar için ayrı bir mizah unsuru oluşturuyor. Yani, dünün grup kurma arayışlarının gölgesinden bugünün komisyona katılmama gerekçelerine uzanan çizgide, siyasetimizin hafızası da, ironiyle karışık bir tebessümle bize göz kırpıyor.
Bellek yanılgısı yaşamıyorum, aksine, Türkiye siyasetinin kendine has trajikomik ritmini gayet iyi hatırlıyorum. Siyasetçiler gelir geçer, pozisyonlar değişir, ittifaklar dağılır; fakat hafızanın o ince mizahı, hep yerli yerinde durur. Biraz gülmek, bu karmaşık tabloya en uygun cevabımız aslında.
Tam bu noktada Dervişoğlu'nun şu sözleri meclis duvarlarında yankılanıyor: “İYİ Parti olarak 28. Dönem'de 128 kanun teklifi, 533 araştırma önergesi vermişiz, ya gündeme almamışlar ya da reddetmişler. Ama İmralı'daki teröristbaşı katil Abdullah Öcalan önerince Mecliste hemen bir komisyon kuruyorlar. Sonra da bize neden katılmadığımızı soruyorlar... Türkiye'yi kayyumla yönetip, demokrasi ve uzlaşma diyorlar. Hele bir de o ortak akıl lafları yok mu? Orda benim sigortalarım atıyor işte. Sizde akıl var mı ki?" Gülümsemeden edemiyorum; çünkü Dervişoğlu’nun çıkışı, yalnızca bir muhalefet liderinin öfkesinin ötesinde, Türkiye siyasetinin kendiyle çelişen dinamiklerini de ele veriyor.
Bir yandan, sistemin işleyişindeki tutarsızlıklar karşısında gerçek bir şaşkınlık barındırıyor mu bu itirazlar, yoksa oyunun kuralına göre oynandığına dair bir alaycılık mı? Dervişoğlu'nun “Evet, yine gülüyorum ve sonra düşünmekten kendimi alamıyorum,” sözlerinde, tam da bu sorunun yankısı var. Çünkü meclis aritmetiğinin, siyasi stratejilerin ve toplumsal hafızanın iç içe geçtiği bu ortamda, bir muhalefet liderinin gerçekçi olarak farklı bir beklentiye girmesi neredeyse imkânsız. Aslında Dervişoğlu da, geçmişin hafızasını taşıyan herkes gibi, bu tekrar eden döngüde mizahı ve ironiyi bir savunma mekanizması olarak kullanıyor.
Beklenti, belki de Dervişoğlu’nun kendi sözleriyle “ortak akıl”dan öte, siyaset sahnesinin samimiyet sınırlarını zorlamadan, yine de halkın vicdanında bir karşılık bulabilmek. Kendi önerilerinin gündeme alınmadığı, sesinin duyulmadığı ve çoğu zaman "oyunun dışında bırakıldığı" bir ortamda, gerçek uzlaşı ve demokrasi olasılığına dair umut taşımak mı, yoksa bu döngüyü teşhir ederek bir farkındalık yaratmak mı? Belki de Dervişoğlu, bu karmaşık tablonun içinde, hiçbir beklentiye sığınmadan sadece maskelerin düşmesini, gerçek niyetlerin ortaya çıkmasını arzuluyor.
Özetle, Dervişoğlu’nun çıkışı, bir yanıyla Türkiye siyasetinin ironik ve trajikomik doğasına aynadır; diğer yanıyla ise, bu atmosferde beklentiye girmekten çok, siyasi hafızanın ve mizahın işlevine dikkat çekmektir. Siyasetçiler değişse de, sistemin döngüsü ve hafızanın mizahi inceliği baki kalıyor. Ve işte o noktada, gülümsemekle yetinmek, belki de yapılabileceklerin en gerçekçisi oluyor.
Komisyoncu…
Komisyoncu, genellikle bir işi başkası adına yürüten ve bu işten belirli bir pay veya ücret (komisyon) alan kişi veya kuruluş anlamına gelir. Ticarette, alıcı ile satıcı arasında aracılık yapan, işlemin gerçekleşmesini sağlayan kişilere de komisyoncu denir. Siyasette ise, bazen işleri kendi çıkarı veya başkalarının çıkarı için yürüten, aracı rolü üstlenen kişiler için de bu terim kullanılır. Dervişoğlu’nun konuşmasındaki kullanımı ise daha çok, “başkalarının çıkarı doğrultusunda hareket eden, kendi değerlerini ikinci plana atan aracı” anlamında, eleştirel ve ironik bir göndermedir.
Dervişoğlu komisyonun "cumhuriyetin tasfiyesi için kurulduğunu" iddia ederek, "Biz komisyoncu değiliz. Türkiye'yi ganimet diye yağmalayanların suçuna ortak değiliz" ifadelerini kullanmıştı.
Dervişoğlu’nun sözlerinin vardığı yer yine, Türkiye siyasetinin ironilerle dolu labirentlerinde bir çıkış kapısı aramak oldu. Komisyon tartışmasında kullandığı "komisyoncu" benzetmesi üzerinden, bir yandan sistemin aracı figürlerine göndermede bulunurken öte yandan kendi pozisyonunu net bir şekilde ortaya koydu. Sözlerinin satır aralarında, bu döngüsel ve çoğu kez samimiyet sınırlarında dolaşan siyaset pratiğine karşı duyduğu mizahi tepki, aslında mevcut atmosferi anlamak için anahtar bir unsur. Dervişoğlu’nun çıkışı, ironinin bir savunma mekanizması olarak nasıl siyasi söyleme nüfuz ettiğinin de kanıtı niteliğinde.
CHP ve DEM Parti’nin komisyonun adında “demokrasi”, “adalet”, “toplumsal mutabakat” ve “barış” gibi kavramlara yer vermekte ısrarcı olmaları, aslında oluşturulacak yapının ruhunu ve hedefini baştan tarif etme çabasının bir yansımasıdır. Bu tür isim tercihleri, komisyondan beklentilerin kamuoyuna net bir şekilde yansıtılması ve komisyonun yalnızca teknik bir yapıdan ibaret olmadığı, aynı zamanda toplumsal bir idealin, geniş tabanlı bir uzlaşmanın ya da demokratikleşme talebinin sembolü haline gelmesi amacı taşır.
Bir diğer deyişle, CHP ve DEM Parti, yalnızca bir isim tartışması yürütmekten öte, komisyonun meşruiyetini ve işlevini bu temel kavramlar üzerinden yeniden tanımlayarak, gelecekte atılacak adımların da “demokrasi” ve “adalet” ekseninde kalmasını güvence altına almak isterler. Böylece, komisyonun toplumsal hafızada nasıl yer edeceği ve hangi değerlerle anılacağı üzerinde de etkili olmayı hedeflerler. Ayrıca, isim üzerinden yapılan bu vurgu, komisyonun siyasi kutuplaşmanın ötesinde kapsayıcı ve çoğulcu bir anlayışla çalışmasını teşvik etmeye yönelik sembolik bir çağrı niteliği taşır.
Bahçeli'nin Komisyon Eleştirilerinin Altında Yatan Dinamikler
Gözdağı mı, Siyasi Geçmişin Yansımaları mı?
Devlet Bahçeli’nin yazılı açıklamasında, CHP’nin komisyona üye vermesini “değerli bir adım” olarak selamlaması, ilk bakışta uzlaşıya açık bir dil izlenimi uyandırsa da, hemen ardından gelen eleştirileri bu görüntünün yüzeyde kaldığını gösteriyor. Özellikle ana muhalefetin komisyonun adı ve çalışma usulüne ilişkin taleplerine yönelik “süreci yokuşa sürecek önşartlar dayatması anlamsız ve mantıksızdır” biçimindeki çıkışı, siyasi iletişimin satır aralarında ciddi bir gerilimi barındırıyor.
Buradaki temel olgu, Bahçeli’nin söyleminin yalnızca güncel bir polemikle sınırlı olmadığı; aksine Türkiye siyasetinin son yıllarda tekrar eden güç ve meşruiyet tartışmalarının sürdüğü bir zemin oluşturduğudur. CHP’nin, komisyonun ismine “demokrasi”, “adalet”, “toplumsal mutabakat” gibi kavramların eklenmesi konusundaki ısrarı, sadece sembolik değil, aynı zamanda bu yapının gelecekte hangi değerlere yaslanacağına dair bir güvence arayışıdır. Bahçeli’nin tavrında ise, bu tür taleplerin yalnızca işleyişi zorlaştırmakla kalmayıp, aynı zamanda mevcut siyasi dengeleri da tartışmaya açabileceğine dair bir çekince hissediliyor.
Öte yandan, bu tür açıklamaların satır aralarında sıkça rastlanan bir başka olgu da, siyasette “gözdağı”nın incelikli biçimleridir. Ana muhalefete yönelik “önşartlar dayatmayın” söylemi, bir yandan sürecin tıkanmaması için yapılan bir uyarı gibi görünürken, öte yandan mevcut güç ilişkilerinde kimin gerçek söz sahibi olduğu mesajına da işaret ediyor. Bu, siyasi arenada kuralların ve sınırların kim tarafından belirleneceğinin altını çizme ihtiyacından kaynaklanır.
Ancak Bahçeli’nin bu eleştirilerinde göz ardı edilemeyecek bir başka katman ise, geçmiş siyasal tecrübelerin bugüne yansımasıdır. Meclisin işleyişine dair, çoğunluğun gündemi belirlemede tek söz sahibi olduğu; muhalefet önerilerinin ise ya gündeme alınmadığı ya da kolayca reddedildiği bir tarihsel döngü bulunuyor. Bu koşullarda, iktidar ve ana muhalefet arasındaki diyalog yalnızca anlık bir restleşmenin değil, geçmişin birikmiş güvensizliğinin ve alışkanlıklarının da ürünüdür.
Dolayısıyla Bahçeli’nin açıklamalarının arka planında, bir yandan süreci kendi kontrolünde tutma arzusu, diğer yandan ise muhalefetin sembolik ve ilkesel taleplerinin alanını daraltma gayreti yer alıyor. Bu, bazen bir gözdağı biçiminde ortaya çıkarken, bazen de siyasal hafızanın ve geçmiş tecrübelerin bugüne düşen gölgesi olarak okunabilir.
Sonuç olarak, Bahçeli’nin açıklamasındaki eleştirilerin altında yatan olgu, hem güncel siyasi güç dengelerini koruma refleksi hem de Türkiye siyasetinin hafızasında yer etmiş olan, çoğunluğun muhalefeti şekillendirme eğiliminin sürekliliğidir. Burada mesele, yalnızca bir komisyonun adı ya da çalışma usulü değil, siyasal alandaki meşruiyet ve temsil tartışmalarının kim tarafından, hangi araçlarla ve ne kadar alan kaplayarak yürütüleceğiyle ilgilidir. Bu çerçevede, hem gözdağının gölgesi hem de geçmişin yansımaları, Bahçeli’nin açıklamasında iç içe geçiyor.
Komisyonun İsmi, Simgesel Değerler ve Siyasi Beklentiler
Partilerin Komisyonun Adına ve İşlevine Yönelik Taleplerinin Anlamı
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde çalışmalarına başlayacak yeni komisyonun ismine ve işlevine dair yürütülen tartışmalar, yalnızca bir isim tercihinden ibaret olmayıp, aslında siyasal temsil, toplumsal uzlaşı ve meşruiyet arayışının güncel yansımalarını barındırıyor. Burada CHP ve DEM Parti başta olmak üzere muhalefet partilerinin ısrarla “demokrasi”, “adalet”, “toplumsal mutabakat” ve “barış” gibi kavramları komisyonun isminde görme arzusu, gelecekte atılacak adımların hangi değerler ekseninde şekilleneceğini baştan belirleme gayretiyle yakından ilişkili.
CHP’nin Yaklaşımı ve Amaçları
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, “Bu komisyon CHP'nin önerdiği ve öngördüğü gibi çalışmazsa CHP bu komisyonda olup olmamayı yeniden değerlendirir” açıklaması, partinin sürecin işleyişine dair hassasiyetini ve beklentilerini açıkça ortaya koyuyor. CHP, yalnızca teknik bir çalışma grubunda var olmak değil, aynı zamanda bu yapının “demokrasi” ve “adalet” gibi evrensel değerlere yaslanmasını talep ediyor. Grup Başkanvekili Murat Emir’in, “Demokrasi ve adalet olmazsa olmazımızdır. Demokrasi ve adalet kavramlarının mutlaka bu isim içerisinde olması gerekir” ifadesi ise, partinin bu taleplerinin simgesel ve işlevsel yönlerine işaret ediyor.
CHP açısından komisyonda bu kavramlara yer verilmesi, kurulun toplumsal hafızada nasıl anılacağının ve kamuoyunun beklentilerinin hangi çerçevede toplandığının bir göstergesi. Böylelikle hem meşruiyetin hem de komisyonun gelecekteki adımlarının bir güvence altına alınması isteniyor. Ayrıca, Özgür Özel’in çekilme ihtimalini dile getirmesi, komisyonun salt bir formaliteye indirgenmemesi, gerçek anlamda demokratikleşme ve siyasi davaların çözümü gibi hayati meselelerin gündeme alınmasına yönelik bir baskı aracı olarak okunabilir.
DEM Parti’nin Yaklaşımı ve Amaçları
DEM Parti ise komisyonun adında “barış” ve “demokrasi” kavramlarının bulunmasında ısrarcı. Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit’in, “İlla bizim söylediğimiz isim olsun istemiyoruz; ancak kavramsal olarak komisyon isminde, 'demokrasi' kavramının olmasında ısrarcıyız” şeklindeki açıklaması, parti açısından temel değerlerin ve hedeflerin bir simgeye dönüşmesini amaçlıyor. DEM Parti'nin önerisinde “toplum” ve “barış” vurgusunun öne çıkarılması, partinin Türkiye’de toplumsal uzlaşı, çoğulculuk ve siyasal çatışmaların çözümüne yönelik hassasiyetlerini yansıtıyor.
Burada asıl amaç, kurulacak yeni yapının yalnızca teknik değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal kapsayıcılığa dayalı bir işlev üstlenmesini sağlamak. Böylelikle komisyonun toplumsal hafızada barışçıl ve demokratik bir irade olarak yer alması hedefleniyor.
Bahçeli’nin Eleştirisi ve Güç Dinamikleri
Devlet Bahçeli’nin, CHP’nin komisyona üye vermesini olumlu bulup, önşart talebini ise “anlamsız ve mantıksız” olarak nitelemesi, bir yandan süreçte kapsayıcılıktan yana bir görüntü sergilerken, öte yandan güç ilişkilerinde dengeyi koruma refleksini de açıkça gösteriyor. Burada Bahçeli, komisyonun işleyişinin tıkanmaması adına muhalefetin “fazla ilkesel” taleplerini bir nevi süreçten uzaklaştırıcı bir unsur olarak değerlendiriyor.
Bahçeli’nin bu tutumu, Türkiye siyasetinin son yıllarında sıkça karşılaşılan güç ve meşruiyet tartışmalarının güncel bir yansıması. Komisyonun yalnızca ismi değil, hangi değerler üzerinde yükseleceği ve topluma nasıl sunulacağı konusunda, iktidar-muhalefet arasındaki gerilimin de devam ettiğini gösteriyor.
Komisyonun İsmi ve Toplumsal Simgeselliği
Bu bağlamda, komisyona “Demokrasi, Adalet ve Toplumsal Mutabakat Komisyonu” veya “Barış ve Demokratik Toplum Komisyonu” gibi isimlerin önerilmesi, yalnızca semantik bir mesele değil; aynı zamanda kurulacak yapının toplumsal bellekte hangi işlevle ve değerle anılacağının önceden çerçevelenmesine yönelik bir çaba olarak okunmalı.
Sonuç olarak, partilerin isim tercihleri ve bu isimler üzerine yürüttükleri tartışmalar, yeni kurulacak komisyonun yalnızca teknik bir yapı olmaktan öteye taşınarak, Türkiye’nin toplumsal uzlaşma, demokratikleşme ve adalet arayışının bir simgesi haline gelmesi için yürütülen stratejik bir mücadele olarak öne çıkmaktadır. Yarın yapılacak ilk toplantıda komisyonun resmi isminin ve çalışma usullerinin belirlenmesiyle birlikte, tartışmanın yeni bir evreye taşınacağı öngörülebilir. Sürecin, toplumsal taleplerle siyasal güç dengelerinin etkileşimi içerisinde şekillenip şekillenmeyeceği ise, komisyonun hem kamuoyunda hem de Meclis çatısı altında hangi değerlerle anılacağında saklı olacaktır.
Bahçeli’nin İsrail Uyarısı ve Siyasi Bağlamı
Bahçeli’nin açıklamalarında Suriye’deki güncel gelişmelere ve İsrail’in bölgedeki rolüne yoğun vurgu yapması, Türkiye siyasetinin temel reflekslerinden biri olan dış politika hassasiyetini yansıtıyor. Özellikle Suriye’de yaşanan şiddet olaylarının ardından, İsrail’i bölgesel istikrarsızlığın ana aktörlerinden biri olarak niteleyen Bahçeli, bu söylemiyle hem partisinin hem de daha geniş bir siyasi kitlenin güvenlik kaygılarının altını çiziyor.
Siyasi Gündemde Dış Politika Vurgusu
Bahçeli’nin İsrail’e yönelik uyarısı, yalnızca dış politikaya dair bir değerlendirme olmanın ötesinde, iç siyasette de dikkatleri belirli meselelerde toplamak ve partinin tavrını net bir şekilde kamuoyuna duyurmak amacıyla yapılmış bir çıkış niteliği taşıyor. Suriye’deki çatışmalar, Dürzi grupların ve YPG’nin eylemleri gibi başlıklar, Türkiye’nin sınır güvenliği ve bölgesel istikrarı açısından hassasiyet taşırken, bu gelişmelerin İsrail ile ilişkili olarak sunulması, ulusal çıkarların ve güvenlikle bağlantılı kaygıların gündemde tutulmasına hizmet ediyor.
Toplumsal ve Siyasal Mesajlar
Bahçeli’nin açıklamasında, İsrail’i yalnızca bir dış tehdit olarak değil, aynı zamanda bölgede farklı grupları ve örgütleri manipüle eden bir aktör olarak tanımlaması, Türkiye’deki kamuoyunun dikkatini ulusal birliğe ve ortak tehdit algısına yönlendirmek için kullanılan klasik bir siyasi strateji olarak değerlendirilebilir. Bu tür çıkışlar, siyasal tartışmaların sıcak olduğu dönemlerde, kendi tabanını diri tutma ve gündeme müdahil olma amacı da taşıyabilir.
Kısacası, Bahçeli’nin İsrail’e yönelik uyarısı ve Suriye’deki gelişmelere dair yaptığı değerlendirmeler, Türkiye siyasetinde sıklıkla başvurulan dış politika odaklı iç politika hamlelerinden biri olarak görülebilir. Bu açıklamalar, siyasi aktörlerin toplumsal ve siyasal gündemler üzerinde pozisyon alma, ulusal güvenlik söylemini güçlendirme ve kendi seçmen kitlesine net mesajlar iletme çabalarının bir uzantısı olarak okunmalıdır.
“Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olur”
Geleneksel bir Türk atasözünün açıklaması
Bu atasözü, gücünü ve etkisini yitiren, yaşlanmış ya da eski itibarını kaybetmiş kişilerin, daha önce kendisinden çekinen ya da saygı duyan kişiler tarafından artık ciddiye alınmadığını, hatta alay konusu edildiğini ifade eder. Buradaki “kurt”, bir zamanlar güçlü, itibarlı ve korkulan varlığı; “köpekler” ise ona karşı eskiden üstünlük sağlayamayan, ancak artık onun zayıflığını fırsat bilenleri simgeler.
Atasözünün amacı, zamanla gücünü, iktidarını ya da yetkisini kaybeden kişilerin toplumdaki konumunun değişebileceğine ve bu değişimin sonucunda saygı ve çekinmenin yerini küçümseme veya alaycılığa bırakabileceğine dikkat çekmektir. Aynı zamanda güçlü olunan dönemde kazanılan itibarı korumanın ve zamanın getirdiği değişimlere hazırlıklı olmanın önemini de vurgular.
- Özetle: Eskiden güçlü olanların, güçlerini kaybettiklerinde saygıdan ziyade küçümseme görebileceği anlatılmak istenir.
Bahçeli’nin Suriye ve İsrail Açıklamaları: Stratejik Bir Hamle mi?
Gündem Yönetimi, Siyasi Söylem ve Geleneksel Anlatıların Rolü
Bahçeli’nin son dönemde yaptığı açıklamalar, yalnızca güncel dış politika meselelerine dair fikir beyanı olmanın ötesinde, siyasal iletişimde ustalıkla kullanılan bir dizi stratejiyi de içinde barındırıyor. Özellikle Suriye’de yeniden tırmanan gerginlik ve İsrail’in bölgedeki etkilerine vurgu yapan ifadeler, Türkiye’de siyasal aktörlerin sıkça başvurduğu dış tehdit söyleminin tipik örnekleri arasında yer alıyor.
Soruya dönersek: Bahçeli neden konuştu? Gündemi değiştirmek için mi, yoksa gündemde kalmak için mi? Belki de ikisi birden. Türk siyasetinde, özellikle kritik dönemlerde, dış politika meseleleri üzerinden yapılan açıklamalar hem kamuoyunun dikkatini belirli temalara yönlendirmeye hem de parti tabanının etrafında kenetlenmesini sağlamaya yönelik bir araç olarak kullanılır. Bahçeli’nin, komisyon tartışmalarının ötesinde, Suriye’deki son şiddet olaylarına ve İsrail’in rolüne işaret etmesi, iç politikadaki yerini ve etkinliğini koruma çabasının yanı sıra, ulusal birliğe vurgu yaparak seçmen kitlesine güven tazelemek amacını da taşıyor olabilir.
Burada kullanılan “Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olur” atasözü, güç ve itibarın zamana bağlı olarak yitirilmesine ve bu durumda yaşanan toplumsal algı değişimine işaret eder. Bahçeli’nin açıklamaları ise, siyasi aktörlerin zayıflık gösterdiği düşünülen anlarda bile söylem üzerinden güç devşirme arayışını ortaya koyuyor. Kimi çevreler tarafından “inandırıcılığını yitirdiği” ya da “eski etkisinde olmadığı” iddia edilse de, bu tür açıklamalar, dış tehdit algısı üzerinden toplumsal refleksleri harekete geçirme işlevi görüyor.
Ayrıca, dış politikadaki sıcak gelişmeleri merkeze almak, iç politikadaki tartışmalardan sıyrılıp daha geniş bir toplumsal uzlaşı zemini oluşturmanın bir yolu olarak da kullanılmakta. Özellikle Suriye’deki şiddet olayları ve bölgedeki grupların hareketliliği üzerinden yapılan değerlendirmeler, hem güncel hem de tarihsel tehdit algılarını pekiştirmeye hizmet ediyor.
Sonuç olarak, Bahçeli’nin açıklamalarını yalnızca bireysel bir çıkış olarak değil, siyasal gündemi şekillendirme ve toplumun ortak hassasiyetlerine seslenme gayreti olarak okumak gerekir. Gündemde kalmak ya da gündemi belirlemek için yapılan bu tür hamleler, Türk siyasetinin dinamiklerinde her zaman kendine bir yer bulmuştur.
Siyasi Söylemler ve Medya Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme
Bahçeli’nin Açıklamaları, Medya Yansımaları ve Siyasi Hafıza
Türkiye’de siyasal söylemler ve medya yansımaları, özellikle kritik dönemlerde, toplumsal hafızada iz bırakan olaylar üzerinden yeniden şekilleniyor. Son günlerde hem bölgesel gelişmeler hem de iç siyasetteki dalgalanmalar, aktörlerin geçmişteki tutumlarının ve söylemlerinin yeniden sorgulanmasına yol açtı. Özellikle yandaş medya örneğinde görüldüğü gibi, olayların ve aktörlerin rolleri, çoğu zaman günün ihtiyaçlarına ve siyasi konjonktüre göre farklı çerçevelerle sunulabiliyor.
Medya Dili ve Algı Yönetimi
Medyanın, YPG, Dürzi gruplar ve İsrail gibi aktörleri öne çıkararak kurduğu söylem, ulusal güvenlik endişesini taze tutmaya ve kamuoyunun hassasiyetlerini diri tutmaya hizmet ediyor. Bu noktada, bahsedilen haber dilinde YPG’nin PKK ile ilişkisi, İsrail’in bölgedeki faaliyetleri veya Dürzi grupların eylemleri, tehdit algısını güçlendirmek için öne çıkarılmış. Ancak burada önemli olan, geçmişte benzer durumlar karşısında sergilenen söylem ve eylemlerdeki tutarsızlıkların da kamuoyu tarafından sorgulanmasıdır.
YPG, PKK ve Siyasi Hafıza
Ben yanıldığım gün bu işi bırakırım işte, YPG’nin PKK ile bağlantısı resmi ve gayriresmi birçok mecrada defalarca dile getirilmiş bir gerçekliktir. Ancak yakın geçmişte, örneğin IŞİD tehdidinin zirvede olduğu dönemde Türkiye’nin Suriye’de yürüttüğü operasyonlarda kimi zaman YPG ile koordinasyon ya da dolaylı temaslar kurduğu da biliniyor. 29 ekim gününe denk gelen bir günde MİT desteği ile sınırdan geçerken konuşmayan kimdi? Soruları da bu düşünce fırtınasında öne çıkıyor… Keşke yanılsam… ama bu satranç oyunda her şeyi yakıdan takip ettiğim için maalesef yanılmıyorum… Özellikle Süleyman Şah Türbesi’nin taşınması sırasında YPG ile sağlanan koridor, dönemin yetkilileri tarafından zorunlu bir güvenlik tedbiri olarak sunulmuştu. Medyada ve siyasal söylemde, bu türden çelişkiler çoğu zaman ya unutulmakta ya da güncel siyasi gündemin gölgesinde kalmakta.
Sessizlik ve Konuşmama Pratiği
Gündemi değiştiren veya gündeme yön veren aktörlerin zaman zaman kritik olaylar karşısında sessizliği tercih etmesi, bazen stratejik bir tutum bazen de politik hesapların sonucudur. Yanılmadığım gibi, YPG’lilerin Türkiye’de konuk edilmesi ya da o dönemlerde yapılan açıklamalar ve medya yansımaları, bugün öne çıkarılan tehdit anlatısı ile çelişkili görünebilir. Siyasi aktörlerin ve onlara yakın medyanın, zamanın ruhuna göre pozisyon değiştirmesi, sadece Türkiye siyasetinin değil, genel olarak güç ve iktidar ilişkilerinin evrensel bir gerçeğidir.
Güç, İktidar ve Toplumsal Algı
Tüm bu tartışmalar, başta zikredilen “Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olur” atasözünün de ima ettiği gibi, gücün ve itibarın zamana ve koşullara bağlı olarak nasıl değişebileceğini gösteriyor. Dün suskun kalanlar, bugün yüksek sesle konuşabilir; dün pragmatizmin gereği olarak yapılanlar, bugün farklı bir çerçevede lanse edilebilir.
Siyaset, çoğu zaman hafızasız bir alan gibi görünse de, toplumsal bellekte iz bırakmış olaylar ve tutumlar, günün tartışmalarında yeniden gündeme gelir. Medyanın ve siyasi aktörlerin geçmişle bugün arasındaki bu dalgalı ilişkisi, eleştirel bir bakışla değerlendirildiğinde, hem toplumsal farkındalık hem de demokratik kültür adına önemli dersler içerir. Omega 3 eksikliğiyle yapılan ironik atıf ise, bu hafıza zaafının, bir zihinsel eksiklik olarak değil, bilinçli bir tercih veya politik bir strateji olarak da okunabileceğini düşündürmeli.
Sonuç olarak, toplumsal gerçekleri ve güç ilişkilerini değerlendirirken geçmişin de, sessiz kalınan anların da unutulmaması gerekir; aksi hâlde, hem siyasi aktörler hem de kamuoyu sürekli değişen bir gündem döngüsüne hapsolur.
Bu çerçevede, güncel medyada Suriye'deki gelişmelere ilişkin haber dilinin nasıl şekillendiği de dikkat çekicidir. Son olarak, Suriye'de omurgasını YPG'nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) sabah saatlerinde kuzeydeki mevzilerinin saldırıya uğradığını açıklamış ve sorumluluğu Şam yönetimine yüklemiştir. Ancak yerel gözlemciler, çatışmada SDG'ye karşı Türkiye destekli silahlı grupların da rol aldığını aktarmıştır. Bu tür açıklamalar, sahadaki dinamiklerin karmaşıklığını ve aktörlerin birbirini karşılıklı olarak nasıl konumlandırdığına dair çarpıcı örnekler sunuyor. Yine de, bilgi kaynaklarının çoğulculuğu ve zaman zaman çelişkili olması, kamuoyunun olayları tek boyutlu okumaktan kaçınması gerektiğini ortaya koyuyor. Sonuç olarak, Suriye’deki gelişmeleri değerlendirirken hem medya dilinde hem de siyasi söylemlerde yapılan vurgu ve atıfların arka planına bakmak, olayları daha sağlıklı değerlendirmek adına büyük önem taşıyor.
Cessur Demirali GÜRSU