ATPAZARI GÜLLERİ (Delileri-Velileri)
Abdi Deniz Kayseri'nin Bünyan ilçesine bağlı Zerezek( Bugünkü ismiAkmescit) köyünde 1953 yılı doğumlu. İlköğreniminin bir kısmını köyünde sonrası Ankara'da Yenidoğan Seymenler İlkokulu'nda devam eder. Yıldırım Beyazıt ve Abidinpaşa ortaokullarından sonra, Kurtuluş Lisesi'nden mezun olur. Üniversite eğitimi ise Anadolu Üniversitesi Eskişehir Eğitim Enstitüsü Matematik Bölümü'nde gerçekleşir. 1970’ten itibaren Ankara’daki tarihi Atpazarı ve Çengel Han çevresinde çeşitli ticari faaliyetlerde bulunur. Çengel Han’ın yıkımından sonra GİMAT bölgesine taşınır ve 2023 yılına dek ticari yaşamını sürer, emekliye ayrılır. “Zerezek’ten Ankara’ya S’lerle Yolculuk”, “Atpazarı Okulu” ve “Atpazarı Gülleri” isimli üç kitabı bulunmaktadır. Biz bugün “Atpazarı Gülleri” isimli eseri üzerine yazmaya çalışacağız.
Abdi Deniz, öncelikle Atpazarı’nın “çekirdekten yetişme” esnaflarından olmasından dolayı bölgeyi ve bu bölgenin insanlarını tanımış, gözlemlemiş. Tanınmış kent tarihçisi İbrahim Terzioğlu, Atpazarı Gülleri isimli kitabını değerlendirirken “Nihat Sırrı Örik Ankara Kalesi ve civarını tarihi belgelerle 1929–1950 dönemini anlatmıştır. Nihat Sırrı Örik'in 'Ankara Yazıları'na karşılık, Abdi Deniz bunun devamı olarak 1960–1990’ı yazmış oluyor,” der. Ayrıca, Terzioğlu, Abdi Deniz’i “Bektaşi meşrepli, Mevlana gönüllü kıymetli ağabeyim” olarak tanımlıyor.
Atpazarı, yalnızca bir mekân değil; geçmişteki sosyal ilişkilerin, esnaflık ahlakının, dayanışma kültürünün, mahalle dayanışmasının yaşandığı bir odak noktasıdır. Abdi Deniz, mekânı canlı bir “hafıza mekânı”na dönüştürmüş. Aynı zamanda toplumsal ilişkilerin, ekonomik pratiklerin ve kültürel kimliklerin üretildiği bir “sosyal alan” olarak çıkarır karşımıza o bölgeyi.
Atpazarı, esnaf, zanaatkâr ve gündelik işçiler üzerinden tanımlanan bir sınıfsal alan sunar. Bu kültür içinde mesleki dayanışma, “ahilik” geleneğinin modern bir uzantısı olarak görülür. Kitapta anlatılan “deliler ve veliler” tipolojisi, toplumun dışlanmışlarını ve maneviyat önderlerini bir araya getirerek, toplumsal yapının görünmeyen katmanlarını ortaya koyar. Emile Durkheim’ın “mekanik dayanışma” kavramıyla söylediği gibi küçük topluluklarda benzerlikler ve ortak değerler üzerinden kurulan bir dayanışma biçimi hâkimdir. Mahalle, yalnızca bir yaşam alanı değil, aynı zamanda ortak normların, ritüellerin, yardımlaşma pratiklerinin üretildiği bir sosyal kurumdur.
1960–1990 arası, Türkiye’nin hızlı şehirleşme ve modernleşme sürecine denk gelir. Atpazarı gibi eski semtler, bu süreçte kültürel bir gerilim yaşar: Bir yanda modern kentleşmenin getirdiği anonim ilişkiler, öte yanda mahalle dayanışmasının, esnaf kültürünün çözülüşü. Bu anlamıyla Atpazarı, cemaat ilişkilerinin son temsilcilerinden biri olarak çıkar karşımıza.
Kitaptaki “deliler” ve “veliler” ikiliği, felsefede akıl ile sezgi, dünyevi ile aşkın, norm ile istisna arasındaki gerilimi temsil eder. Michel Foucault’nun “Deliliğin Tarihi” eserinde belirttiği gibi, “deli” figürü toplumun dışladığı ama hakikati çıplak biçimde dile getiren kişidir. Veliler ise tasavvufi geleneğin taşıyıcıları olarak aşkın hakikatin temsilcileridir. Bu ikili, Platon’un “filozof-kral” ve “delice esinlenmiş şair” tipolojilerini çağrıştırıyor bizlere.
Bektaşi-Mevlevî meşrepli bir bakış, kitaba manevi estetik kazandırıyor. Tasavvufî imgeler (veli, aşk, delilik, gönül) anlatıya edebî bir yoğunluk katar. Bu da kitabı sadece hatırat değil, aynı zamanda poetik bir metin hâline getirir. Dinsel-tasavvufi öğeler, toplumda birleştirici rol oynar; farklı sosyal sınıfları aynı mekânda buluşturur. “Veliler” ile “deliler” anlatısı, toplumun marjinal görülen figürlerinin bile bir sosyal anlam ve işlev taşıdığını hatırlatır. Veliler ve deliler figürleri, varoluşun sıradan akılla kavranamayacağını; hakikatin bazen “delilik”te, bazen “aşk”ta ortaya çıktığını hatırlatır.
Yazarın dili, zanaatkâr bir işçilik taşır: gündelik yaşamdan alınan sahneler, sade ama derinlikli bir üslupla işlenir. Sanatsal değer burada, sıradan görünen hayat parçalarının estetik bir bütünlüğe dönüştürülmesinde yatar. Yerel ağız, esnaf jargonları, halk diline ait deyişler; metni folklorik bir canlılıkla besler.
“Deliler” ve “veliler” tipleri, birer edebî figüre dönüşüyor. Bu figürler hem toplumsal belleği hem de insan ruhunun uç noktalarını sanatın diliyle görünür kılıyor. Bu yönüyle eser, tip yaratma başarısı bakımından Türk edebiyatındaki mahalle hikâyeciliği ve modern halk anlatılarıyla aynı damarda duruyor.
Eserde nostalji, kuru bir geçmiş özlemi değil, sanatsal bir duygulanım hâline getirilir. Kaybolan değerler, bir “ağıt” gibi değil, bir “şiir” gibi işlenir. Bu durum, hatırat türünü edebî bir sanatsal metne dönüştürür. Bu ise yazarın bir başarısı olarak çıkıyor karşımıza.
“Atpazarı Gülleri”, kültürel bellek bağlamında, bir bireyin hatıralarından yola çıkarak bir kentin ruhunu, toplumsal ilişkilerini ve unutulmaya yüz tutmuş kültürel kodlarını bugüne taşıyan değerli bir bellek metni olarak çıkıyor karşımıza. Hatırat olmanın ötesinde, Ankara’nın görünmeyen tarihini, kültürel sürekliliğini ve kimlik inşasını belgeleyen bir kültür arşivi işlevi görmekte. Bu nedenledir ki İzan Yayıncılıktan çıkan bu eseri okumadan geçmeyin derim.
Arzu Kök